١١١
لَقَدْ كَانَ فى قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِاُولِى الْاَلْبَابِ مَا كَانَ حَديثًا يُفْتَرى وَلكِنْ تَصْديقَ الَّذى بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصيلَ كُلِّ شَىْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
(111) le kad kane fi kasasihum ibratül li ülil elbab ma kane hadisey yüftera ve lakin tasdikal lezi beyne yedeyhi ve tefsiyle külli şey’iv ve hüdev ve rahmetel li kavmiy yü’minun
kesinlikle peygamberlerin kıssalarında ibretler vardır akıl sahipleri için bu uydurucular bir söz olamazdı lakin tasdik edici kendinden önce (inen kitapları) ve her şeyin tafsilen beyanı hidayet, bir rahmettir ve iman edecek bir kavim için
(111) There is, in their stories, instruction for men endued with understanding. It is not a tale invented, but a confirmation of what went before it, a detailed exposition of all things, and a guide and a mercy to any such as believe.
1. | lekad | : andolsun ki |
2. | kâne | : oldu |
3. | fî kasası-him | : onların kıssalarında vardır |
4. | ibretun | : bir ibret |
5. | li ûlîl elbâbi (lî ûlî elbâbi) | : ulûl’elbab için, sır (lübb) sahipleri için |
6. | mâ kâne | : değildir, olmadı |
7. | hadîsen | : bir söz |
8. | yufterâ | : uydurulur |
9. | ve lâkin | : ve lâkin, fakat |
10. | tasdîka | : tasdik eder |
11. | ellezî beyne | : arasında olan |
12. | yedey-hi | : onun elleri |
13. | ve tafsîle | : ayrı ayrı açıklar |
14. | kulli şey’in | : herşey |
15. | ve huden | : ve hidayet, hidayet edici olarak |
16. | ve rahmeten | : ve rahmet, rahmet olarak |
17. | li kavmin | : kavim için |
18. | yu’minûne (kavmin yu’minûne) |
: mü’min olan : (mü’min kavim) |
AÇIKLAMA
Yusuf suresi, Kenan diyarıyla Mısır arasında meydana gelen birçok yönü bulunan ve ruhlara tesir eden Yusuf (a.s.)’ın kıssasından öğüt ve ibret almayı zorunlu hale getiren bu sonuç bölümüyle neticelenmektedir. Öyleki bu kıssa, kuyuya atılmasıyla başlayarak, Vezirin evine yerleşmesi, hapise girmesi ve Mısır’da mutlak hüküm sahibi olması şeklinde gelişir. Yine bu kıssada kardeşlerinin tuzak ve hasetleri, kadınların hile ve aldatmacaları, Yusuf (a.s.)’ın sabrı, hikmeti, idarecilikteki mahareti, ahlâkı, kardeşlerine karşı müsamahası ve anne babasını nasıl yücelttiği anlatılmıştır.
Ayetin manası şöyledir: “Ey Muhammed! Senden önce melekleri, kadınları değil, sadece erkekleri peygamber olarak gönderdik. Onlar çöl ehlinden değil, bilâkis şehir halkındandı. Biz onlara vahiy ve kanunlar indiriyorduk.”
Bu da göstermektedir ki Allah, peygamberleri kadınlardan değil erkeklerden göndermiştir. Hiçbir kadın kesinlikle ne nebî, ne de rasûl olmuştur. Peygamberlerin şehir halkından seçilmesiyle Allah, çöl ehlinden peygamber göndermemiştir. Çünkü bu peygamberlere diğer şehirlerin halkı da uyacaktır. Ayrıca çölde yaşayanların cahil, kaba ve sert olmalarına karşılık şehirli insanlar daha ince ve yumuşak tabiatlıdırlar. Bu sebepten Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir” (Tevbe, 9/97).
İbni Kesîr şöyle der: Bazı kimseler, Allah’ın dostu İbrahim (a.s.)’in hanımı Sârra’nın, Musa (a.s.)’nın annesinin ve İsa (a.s.)’nın annesi İmrân kızı Meryem’in peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Yine bunlar, meleklerin Sâra’ya İshak (a.s.)’ı, ardından da Yakub (a.s.)’u müjdelemelerini ” ‘Musa’nın annesine: ‘Çocuğu emzir…’ diye bildirmiştik’ (Kasas; 28/7) ayetini, meleğin Meryem’e gelip ona İsa (a.s.)’yı müjdelemesini ve “Melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu. Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rükû edenlerle birlikte rükû et’. (Âl-i İmran, 3/42-43) ayetini delil getirmişlerdir. Onlara bütün bunlar olmuştur. Fakat hiçbiri peygamber olmalarını gerektirmez.”
Allah, Rasulullah (s.a.)’ı yalanladıkları için müşrikleri tehdit ederek hayret ifadesiyle şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed! Seni yalanlayan o yalancılar yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki peygamberlerini yalanlayan milletlerin sonlarının nasıl olduğunu, Allah’ın Nuh, Hûd, Salih ve Lût kavimlerini nasıl yerlebir ettiğini, kâfirler için de akıbetin aynı olduğunu ve kâfirlerin sonunun helak, müminlerin sonunun ise kurtuluş olduğunu görsünler.”
Bundan sonra Allah Tealâ, ahiret yurdu için amel etmeye, ona hazırlanmaya ve helake sebep olan şeylerden sakınmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki ahiret yurdu Allah’dan korkup O’na şirk koşmayan, isyan etmeyenler için daha hayırlıdır.” Orası, peygamberleri yalanlayan müşrikler için de bu dünyadan daha üstündür. Yani, biz müminleri dünyada kurtardığımız gibi aynı şekilde ahiret yurdunda da onlara kurtuluşu nasib ederiz. Orası müminler için dünyadan çok daha hayırlıdır. Zira ahiret nimetleri, dünyadaki nimetlerden daha mükemmel ve ebedîdir.
Siz cahil misiniz? Ey ahireti yalanlayanlar “Hiç düşünmez misiniz?” Zaten buna aklınız erseydi iman ederdiniz.
Allah, Muhammed (s.a)’e yardımının, peygamberlerine sıkıntı anında, zorlukta ve Allah Tealâ’dan ferahlığın beklendiği darlık anlarında ulaştığını haber vererek yardımını müjdelemiş ve şöyle buyurmuştur: “Öyle ki ümitsizliğe düşüp…” Yani “Senden önce şüphesiz kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler gönderdik. Onlar, Allah’ı bir kabul etmeye ve O’na ihlâsla ibadet etmeye çağıran mesajlarını kavimlerine tebliğ ettiler, kavimleri ise onları yalanladılar ve sapıklık, küfür ve inatla bu çirkin davranışlarını sürdürdüler. Allah’ın yardımına peygamberlere gelmesi gecikti. Öyle ki peygamberler, küfürdeki ısrarları sebebiyle kavimlerinin imanından veya Allah’ın yardımından ümitsizliğe düştüler. Ümmetleri ise peygamberlerin va’dettikleri yardım hususunda aldatıldıklarına kesin kanaat getirip, onların Allah katından bildirdikleri yardım vaadini yalanladılar. Allah’ın yardımı aniden peygamberlere geliverdi. Böylece biz, peygamber ve müminleri kurtardık. Yalanlayan kâfirler ise cezalandırıldılar. Allah’ın cezası ve azabı, suç işleyip, Allah’ı inkâr eden ve peygamberlerini yalanlayan milletten geri çevrilemez” demektir.
“Teşdid” kıraatine göre mana şöyledir: “Peygamberler, kavimlerinin kendilerini onları uyardıkları konulara bir daha iman etmeyecek şekilde yalanladıklarını zannettiler.”
Bu ayet, Kureyşli ve diğer kâfirleri, Rasulullah (s.a.)’a iman etmedikleri için tehdit etmekte ve korkutmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de bu ayete benzer pek çok ayet vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Allah, peygamberlerine yardım ve galibiyet vadetmiştir:
“Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında…. yardım ederiz” (Mümin, 40/51). “Allah, ‘Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz’ diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür” (Mücadile, 58/21). Peygamber, Allah’dan yardımını göndermesini istemiştir.
“Peygamber ve onunla beraber müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar…. sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.” (Bakara, 2/214).
Cezanın sebebi olarak zulüm ve küfür açıklanmıştır:
“Kendilerinden önce olan Nuh, Ad, Semûd milletlerinin, İbrahim milletinin, Medyen ve altüst olan şehirler halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendilerine yazık etmişlerdir.” (Tevbe, 9/70).
Allah’ın kulları için geçerli olan bir tek sünnetinin olduğu açıklanmış, bu sünnetin benzerleri ise örneklerle değerlendirilmiştir. Bu sünnette zulüm ve helak yoktur. Kureyşli kâfirler de, azaba sebep olan küfrü benimsedikleri için kendilerinden önceki kâfirler gibi azabı hak etmişlerdir: “Ey Mekke putperestleri! Sizin inkarcılarınız bunlardan daha mı üstündür? Yoksa Kitaplarda size bir kurtuluş belgesi mi var?” (Kamer, 54/43).
“Teşdid” ile okunması halinde bu ayetin tefsiri, biraz önce belirtildiği şekilde Aişe (r.a.)’den nakledilmiştir: Buhari, Aişe (r.a.), kızkardeşinin oğlu Urve b. Zübeyr (r.a.) kendisine “Öyle ki peygamberler ümitsizliğe düşüp…” ayetinin manasını sorunca ona (r.a.) şöyle demiştir: “Allah korusun! Peygamberler asla Rableri hakkında bu şekilde zanda bulunmazlar.” Peygamberlerin, Rablerine iman edip, kendilerini tasdik eden etbâı vardır. Bu kimselerin imtihanı uzar, onlara Allah’ın yardımı gecikir. Öyle ki peygamberler, milletlerinden kendilerini yalanlayanlardan ümitsizliğe düşüp, kendilerine uyanların da onları yalanladıklarını zannederler. İşte bu sırada Allah’ın yardımı gelir” Aişe (r.a), “Tahfif kıraatine göre verilen manayı kabul etmemiştir. Râzî, Aişe (r.a.)’nin tevili hakkında şöyle der: “Bu te’vil, ayet hakkında zikredilen vecihlerin en güzelidir.”
“Tahfif kıraatine göre ayetin tefsiri ise İbn Abbas ve İbn Mes’ud (r.a.)’dan nakledilmiştir. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Peygamberler, milletlerinin, davetlerini kabulü hususunda ümitsizliğe düşüp, milletleri de peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini zannedince, bütün bunlara karşı peygamberlere Allah’ın yardımı geldi”.
İbni Mes’ud (r.a.)’da, “110.” ayet hakkında şöyle der: “Öyle ki peygamberler milletlerinin kendilerine iman etmelerinden ümitsizliğe düşüp, milletleri de Allah’ın azabı gecikince onların yalan söylediklerini sandıkları sırada…” bu görüş, alimlerin çoğunluğunun kabul ettiği meşhur olan manadır.
Netice olarak, “Küzibü” kıraatine göre ‘Ve zannû” kavlindeki zamir, kendilerine peygamber gönderilenlere râcîdir. Çünkü onlar, “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden önce yaşayanların sonlarının ne olduğunu görsünler?” ayetinde daha önce zikredilmişlerdir. Böylece zamir, Mekkeli müşriklerden önce yaşayan ve peygamberlerini yalanlayanlara râcîdir. Ayetteki “Zann” “Hayal etmek, sanmak” demektir. Mana şöyledir: “Kendilerine peygamber gönderilenler, peygamberlerin, peygamberlik iddiaları ve kendilerine iman etmeyenleri azapla tehdit ederken onlara yalan söylediklerini sandılar”. Bu görüş, İbn Abbas (r.a.)’ın meşhur olan görüşü ve Abdullah b. Mes’ud (r.a.), Said b. Cübeyre Mücahid’in ayeti te’villeridir. Bu kıraate göre zamirlerin peygamberlere râcî olması caiz değildir. Çünkü peygamberler masumdur. Bu sebepten hiçbir peygamberin, Allah’dan kendisine vahiy getiren kimsenin ona yalan söylediğini sanması mümkün değildir.
“Teşdid” kıraatinde iki görüş vardır:
1- Zann yakînen bilmek demektir. Mana şöyledir: “Peygamberler, milletlerin kendilerini bir daha iman etmeyecek şekilde yalanladıklarını yakînen anladılar. İşte o zaman onlar için beddua ettiler. Allah Tealâ da onlara azabını indirerek köklerini kazıdı. “Zann” lafzı Kur’an-ı Kerim’de “Bilmek” manasına pek çok kere kullanılmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
“Rablerine kavuşacaklarını yakînen bilirler…” (Bakara, 2/46).
2- Zann; “sanmak” manasınadır. Takdiri şöyledir:
“Öyle ki peygamberler milletlerinin iman etmelerinden ümitsizliğe düşüp, iman edenlerin de kendilerini yalanladıklarını sandıkları bir sırada” Bu te’vil, Aişe (r.a.)’den nakledilmiştir. Râzî şöyle der: “Aişe (r.a.)’nin görüşü, ayet hakkında zikredilen en güzel vecihtir”
Zemahşerî de 110. ayetteki “Küzıbû” kıraati hakkında şöyle der: Mana şöyledir: Kendilerine yardımın geleceğini söylerken nefisleri onlara yalan söyledi. Veya onlar ümit ederken kendilerini kandırdıklarını sandılar. Meselâ doğru ümit, yalancı ümit (hayal)’ denir. Yani, kafirlerin yalanlamaları düşmanlıkları, Allah’dan yardım bekleme ve ümit etme müddeti uzadı ve gecikti. Öyle ki onlar ümitsizliğe ve dünyada Allah’ın yardımına nail olamayacakları vehmine kapandılar. İşte o anda aniden beklemedikleri bir şekilde yardımımız geldi, demektir.
Ayrıca Allah Tealâ, Kur’an’daki kıssaların genel hedefini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “And olsun ki peygamberlerin kavimleriyle aralarında geçen olayların haber verilmesinde ve müminleri nasıl kurtarıp, kâfirleri ne şekilde helak ettiğimizin anlatılmasında akıl sahipleri ve doğru düşünenler için ibret, öğüt ve hatırlatma vardır.” Akılsız ve ahmaklar ise olaylar hakkında düşünmez, tarihten ders almazlar. Ayrıca bunlara nasihat da fayda vermez.
Bundan sonra Allah Tealâ, Kur’an’ın muhtevasından bahsederek şöyle buyurmuştur: “İçinde kıssalar ve diğer şeyler bulunan bu Kur’an (veya bu kıssalar ve Kur’an’ın içindeki sözler) Allah’dan başkalarının uydurup yalan söyledikleri sözler değildir. Çünkü Kur’an, haber nakledenleri ve söz aktaranları acze düşüren bir kelamdır. O ancak vahyedilen, Allah katından indirilen ve Tevrat, İncil ve Zebur gibi kendisinden önceki semavî kitapları tasdik eden Allah kelâmıdır. Yani, Kur’an, eski semavî kitaplarda bulunan doğru ve hak olan şeyleri tasdik eder, fakat onlarda yapılan tahrifatı ve değiştirmeleri reddeder. O, semavî kitaplarda bulunan doğru ve hak olan şeyleri tasdik ed, fakat onlarda yapılan tahrifatı ve değiştirmeleri reddeder. O, semavî kitaplara daha sonra sokulan ve akl-ı selimin kabul edemiyeceği masal, efsane ve hurafeleri değil, onlardaki doğru esasları tasdik eder. Ayrıca onları gözetir, korur ve himaye eder.
Yine Kur’an’da helâl ve haram, sevilen ve hoş görülmeyen şeyler, emir ve yasaklar, va’d ve tehdit, Allah’ın güzel sıfatları ve peygamberlerin kıssaları gibi her şey tahrif edilmeden, aslını bozup güzelleştirmeden olduğu gibi açıklanmıştır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Kitap’da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (Enam, 6/38).
Kur’an iman edenler için hidayet kaynağıdır, insanları dosdoğru yola ve doğruluğa ulaştırır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, batıldan hakka, sapıklıktan doğruluğa yükseltir. Kur’an, insanları hem dünya hem de din işlerinde hakka, hayra ve iyiliğe kavuşturur.
Aynı zamanda o, dünya ve ahirette Alemlerin Rabbi’nden müminlere kapsamlı bir rahmettir