18

١٨

وَجَمَعَ فَاَوْعى

(18) ve cema’a feev’a
(malı) toplayıp depo edeni

(18) And collect (wealth) and hide it (from use)!

1. ve cemea : ve topladı
2. fe : böylece, sonra
3. ev’â : yığdı, biriktirdi

وَجَمَعَtoplarفَأَوْعَى ve yığar


AÇIKLAMA

“İsteyen biri inecek bir azabı istedi. O kâfirler içindir. Onu önleyebile­cek yoktur.” Yani birisi ahirette gerçekleşmesi muhakkak olan bir azabın getirilmesini istedi. Bu azap kâfirler içindir ve onları gelip bulacaktır. Allah bu azabın gelmesini dilediğinde gerçekleşmesi muhakkak olan bu azabı kimse engelleyemeyecektir. Buradaki isteyiş, alay etmek ve işi yokuşa sür­mek içindir. İsteyen kişi de Nadr b. Haris b. Kelde ya da bir başkasıdır. On­lar şöyle demişlerdi: “Ey Allah! Eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma bizim üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap gönder.” (Enfal, 8/32)

“O üstün ve yüce dereceler sahibi Allah’tandır.” Yani o azap meleklerin yükseldiği derecelerin sahibi Yüce Allah tarafından gerçekleşecektir. İbni Abbas dedi ki: “Yüce dereceler sahibi” semavatın sahibi demektir. Ona “mearic: dereceler, basamaklar” adını vermesi meleklerin onda yükselmelerin­den ötürüdür. Katade’ye göre meâric, faziletler ve nimetler sahibi demek­tir. Çünkü Yüce Allah’ın çeşitli nimet ve ihsanlarının pek çok mertebesi vardır. Bu nimet ve ihsanlar da insanlara çeşitli mertebelerde ulaşır.

Maksat kâfirlerin isteyip, acele gelmesini istedikleri azabın hiç şüphe­siz gerçekleşeceğini anlatmaktır.

“Melekler de, Ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir.” Yani bu derecelerde melekler ve Cebrail (a.s) insanlar oraya yükselmek is­teyecek olurlarsa dünya hesabı ile ellibin yıl süreli bir günde Yüce Allah’a yükselirler. Fakat ruhanî melekler bu mesafeyi çok kısa bir sürede yükse­lirler. Ne var ki burada ellibinden kasıt belli bir sayı ile sınırlandırmak de­ğildir. Maksat mutlak olarak çokluk ve meleklerin oldukça uzak bir yere yükseldiklerini anlatmaktır. Buradaki “oraya”dan kasıt, Arş’ına ya da hük­müne yahutta emirlerinin indiği yere ya da izzet ve keramet yerine; “Bir günde” buyruğu da çoğunluğun görüşüne göre “yükselir” buyruğu ile alâka­lıdır. Yani yükseliş böyle bir günde gerçekleşir. Bundan kasıt da günün mutlak olarak uzun olmakla nitelendirilmesidir.

Aynı zamanda İbni Abbas ve Hasan-ı Basri’nin de görüşü olan bir baş­ka görüşe göre “güri”den maksat kâfirleri dehşete düşürüp korkutmak için kıyamet günüdür. Maksat da onların hesaba çekilmek üzere insanlar ara­sında hüküm verilinceye kadar duracaklarıdır. Bu süre de dünya yılların­dan ellibin yıla tekabül eder. Arkasından cehennemlikler ateşin çeşitli basamaklarında yerlerini alacaklardır. Azabı isteyiş ile meleklerin yükselişi arasındaki ilişkinin sebebi de, onların bakışlarına göre gün süresiyle Allah nezdindeki gün süresi arasındaki bir karşılaştırmadır. Onlar dünyanın uzun süreli olduğunu görürler. Dünyanın süresi, Allah nezdindeki gün ile kıyas edilecek olursa pek kısadır.

Bu ayetin Secde suresindeki: “Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde.” (Secde, 32/5) ayeti ile birlikte açıklaması da şöyledir: Kıyametin çeşitli konumları ve durumları vardır. Orada herbiri bin yıl sü­ren elli konum olacaktır.

Bu uzun süre ancak kâfirler hakkında söz konusudur. Müminler hak­kında ise böyle olmayacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok gü­zeldir.” (Furkan, 25/24) Burada kalınacak ve dinlenilecek yerin cennet ol­duğu hususu üzerinde müfessirlerin ittifakı vardır. Ayrıca İmam Ahmed’in ve İbni Cerir’in rivayetine göre Ebu Said Hudri şöyle demiştir: Ey Allah’ın Rasulü! Bugün ne kadar da uzun bir gün, diye soruldu. Allah Rasulü şöyle buyurdu: Nefsim elinde olana yemin ederim ki bu mümin hakkında o ka­dar hafifletilecek ki, onun için dünyada iken kıldığı bir farz namazdan dahi daha kolay gelecektir.

“O halde sen güzel bir sabır ile sabret.” Ey Muhammed! Alay etmek, işi yokuşa sürmek, vahyi yalanlamak maksadıyla azabı istemelerine aldırma. Bundan rahatsız olma. Onların seni yalanlamalarına, getirdiklerini inkâr etmelerine, gerçekleşmesini uzak gördükleri azabın çabuk gelmesini iste­melerine karşı kalbini ferah tut. Güzel bir şekilde sabret, tahammülsüzlük gösterme! Allah’tan başkasına şikâyet etme! İşte güzel sabrın anlamı budur.

“Çünkü onlar onu uzak görürler. Biz ise onu yakın görürüz.” Onlar azabın gerçekleşmesini, kıyametin kopmasını uzak görürler. Küfür olan inançlarına göre bunun gerçekleşmesini imkânsız kabul ederler. Aynı şekil­de süresi ellibin yıl olan kıyamet gününün çok uzak, hatta imkânsız oldu­ğunu kabul ediyorlar. Bizler ise biliyoruz ki bugünün gerçekleşmesi pek ya­kındır, mümkündür, olmayacak bir şey değildir. Çünkü gelecek olan herşey yakın demektir.

Daha sonra Yüce Allah o günün birtakım niteliklerini ve o günde mey­dana gelecek birtakım olayları söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

“O gün gök erimiş maden gibi olacak, dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak ve gerçek hiçbir dost dostunu sormayacak.” Göğün zeytinya­ğı tortusu yahut eritilmiş bakır, kurşun ya da gümüş gibi olacağı yani bir­birini tutmayan gevşek ve darmadağın bir hale geleceği, dağların ise rüz­garın savurduğu atılmış yün gibi olacağı gündür o kıyamet günü. O günde yakın, bir başka yakınının durumunu, halini -en kötü durumda olduğunu gördüğü halde- sormayacaktır. Çünkü göreceği dehşetli hallerden ötürü kendisinden başkasıyla uğraşamayacaktır.

“Bunlar onlara gösterilir, her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi temenni eder: Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini ba­rındıran soyunu sopunu ve yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bunla­rın) kendisini kurtarmasını (ister).” Her arkadaş arkadaşını görür. Kimse, kimseden gizli kalmaz. Fakat birbirleriyle konuşamazlar. Kâfir ve cehen­nem azabını hakettiren günah işlemiş herbir günahkâr, başına gelen kıya­met günü azabından kurtulmak için bulabildiği en değerli malı ya da kendi­si için en kıymetli, en üstün insanları feda edip kurtulmayı temenni eder. Çocuklarını, kardeşlerini, eşini, kabilesini, nesep itibariyle kendilerine bağlı olduğu akraba ve aşiretini ya da zorlu zamanlarda kendisini himaye eden ve kendilerine sığındığı yardımcılarını feda etmek ister. Hatta günahkâr bir kimse, yeryüzünde bulunan cinleri, insanları ve diğer yaratıkları dahi feda etmeyi arzu eder. Ancak onun kurtuluş için feda etmeyi istedikleri bütün bu fidyeler kabul edilmez ve isterse yeryüzündekilerin hepsini versin, vermek istediği bu fidyeler onu cehennem azabından kurtaramaz.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah’ın şu buyruklarıdır: “Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve babanın oğluna, oğlunun babasına hiçbir fayda sağlamayacağı o günden de korkun. Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır.” (Lokman, 31/33); “Eğer ağır yüklü bir kimse kendi yüküne (birini) çağırırsa -akraba dahi olsa- o yükünden hiçbir şey yüklenmez.” (Fatır, 35/18); “Sur’a üfürüldüğü o günde aralarında akrabalık bağı olmayacaktır, birbirlerine soru da sormazlar.” (Mu’minun, 23/101); “Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı o günde bunlardan herbir kişinin kendisine yeter bir işi olacaktır.” (Abese, 80/34-37)

Özetle şanı Yüce Allah kıyamet gününün dört niteliğini söz konusu et­mektedir: O günde gök erimiş maden gibi olacaktır. Dağlar da atılmış yün gibi olacaktır. Hiçbir dost bir başka dostunu sormayacaktır ve kâfirler, o günün azabından kurtulabilmek için kendileri için en değerli insanları ve yeryüzünde bulunanların hepsini feda ederek kurtulmayı arzu edecektir.

Daha sonra Yüce Allah bu şekilde fidyenin kabul edilmeyeceğini, bu­nun olmayacak bir şey olduğunu daha da pekiştirerek şöyle buyurmakta­dır: “Asla! Çünkü o alevli bir ateştir. Deriyi soyup çıkarandır, çağırır yüz çe­viren ve arkasına dönen kimseyi, toplayıp kaba dolduranı.” Yani bu günah­kârların herbirisi yeryüzündekilerin hepsini ve dünya malının tamamını fidye verip kurtulmak istese kabul edilmeyecektir. Onun için aşın sıcak cehennem vardır, onun barınağı orasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: “İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum.” (Leyi, 92/14) Cehennem ateşi eti üzerinde hiçbir şey bırakmamak üzere kemikten sıyırır. Başın derisini, ellerin, ayakların derilerini, bacaklarını etini soyup çıkarır, sonra herşey eski haline döner. Cehennem dünyada iken haktan, imandan yüz çevirip arkasını dönen, malı toplayıp kaba dol­duran, hayır yolunda hiçbir şey infak etmeyen, malındaki nafaka ve zekât gibi farz hakları yerine getirmeyen herkesi çağırır. Hasan-ı Basri der ki: Ey Ademoğlu! Allah’ın tehdidini duyduğun halde yine de dünyayı kaba dol­durmaya çalışıyorsun.

“Kellâ: Asla” buyruğu günahkâr kimseleri böyle bir temenniden vazge­çirmek, onların vermek istediği fidyenin kabulünün imkânsız olduğunu açıklamak içindir. “O” zamiri cehennem ateşine aittir. Cehennemden her ne kadar söz edilmediyse de azap cehennem ateşine delâlet etmektedir. Da­ha sonra verilen haberin açıklığa kavuşturduğu müphem bir zamir olması da mümkündür. Yani olay şu ki: …demektir.

Çağırmak ise İbni Abbas’tan gelen rivayete göre hakikat anlamında­dır. Yahutta mecazî bir anlam ihtiva eder. Çünkü cehennemin hazırlanışı ve yalanlayıcılara görünüşü onları çağırmaya benzetilmiştir. O halde bu onların sanki cehennem onları çağırıp, cehenneme getirilmesi gibi cehen­neme getirilmelerini anlatan mecazi bir ifadedir.