33

٣٣

كَذلِكَ الْعَذَابُ وَلَعَذَابُ الْاخِرَةِ اَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

(33) kezalikel’azabu ve le’azabul’ahireti ekberu lev kanu ya’lemune
İşte bu (dünyada ki) azap ahiret azabından elbette daha büyüktür eğer bilmiş olursanız

(33) Such is the Punishment (in this life): but is the Punishment in the Hereafter, greater if only they knew!

1. kezâlike : işte böyle
2. el azâbu : azap
3. ve le : ve elbette
4. azâbu : azap
5. el âhıreti : ahiret
6. ekberu : daha büyük
7. lev : şâyet, ise, keşke
8. kânû : oldular, idiler
9. ya’lemûne : biliyorlar

كَذَلِكَişte böyledirالْعَذَابُazabوَلَعَذَابُazabı iseالْآخِرَةِahiretأَكْبَرُ muhakkak çok daha büyüktürلَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَkeşke bilselerdi


AÇIKLAMA

“Gerçek şu ki; biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sına­dık. Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da yapmıyorlardı.” Yani bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bah­çe sahiplerini sınadığımız gibi; Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)’ın dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahip­leri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını al­maya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendi­lerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de inşaallah deme­mişlerdi. Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah, diyerek işi Allah’ın iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü de şöyledir: Bundan maksat; onların ekinin tamamını toplayacakla­rını, yoksullara paylarını yahutta babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarını anlatmaktır.

Maksat, durumlarının ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanmasıdır. Allah’ın üzerlerindeki nimetlerine şükredip, Allah’ın kendilerine müj­deci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah Rasulüne iman mı ede­ceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah’ın üzerle­rindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandı­rıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah’ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur: “Onlar uyurlarken he­men onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi.” Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş çepeçevre kuşat­tı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet gelip isabet etti ve simsi­yah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü şudur: Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey kalmadı.

İbni Ebi Hatim’in rivayetine göre İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: “Masiyetlerden olabildiğince sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için hazırlanmış bir rızıktan mahrum bırakıla­bilir.” Daha sonra Rasulullah (s.a.): “Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi” buyru­ğunu okudu. İşte onlar günahları sebebiyle bahçelerinin mahsulünden mahrum bırakıldılar.”

Fakat onlar olup bitenin farkında değillerdi. Maksatlarını gerçekleş­tirmek üzere kararlılıkla yola koyuldular. Yüce Allah buyuruyor ki: “Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünü­zün başına gidin, diye.” Sabah vakti mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler: Haydi sabahın erken saatinde meyve ve ekinleri toplamaya gi­diniz, eğer mahsullerinizi toplamak istiyorsanız, dediler. Mücahid dedi ki: Onların mahsulleri üzüm idi.

“Birbirleriyle gizlice konuşarak gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul kar­şınıza çıkıp oraya girmesin diye.” Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice konuşuyor ve birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fa­kirin dahi girmesine imkan vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce baba­nızın verdiğini kendisine de vermenizi isteyecektir.

“Alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler.” Yani mahsulü toplamaya, yoksulları engelleyip onları mahrum bırakmaya güçleri yeti­yormuş kanaatiyle sabah erkenden gittiler. Bu buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak istedikleri, fakat maksatlarının aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları anlaşılmaktadır.

“Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşı­ranlarız.” Yani bahçelerine ulaşıp, onu yanıp karardığından ötürü insanın içini sızlatan o halini gördüklerinde birbirlerine: Biz yanlış geldik. Bahçe­mizin yolunu kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir, dediler.

Daha sonra dikkatle bakıp kendi bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah’ın bahçelerindeki mahsul ve ekini yok ederek kendilerini cezalandırdığını an­ladıklarında şöyle dediler:

“Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız.” Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin mahsulünden mahrum bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin mahsulünden mahrum bırakmak isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız kalmadı. Fakat yaptığımıza da pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra şöyle buyurmaktadır:

“Ortancaları: Ben size demedim mi? Allah’ı teşbih etmeli değil miydi­niz, dedi.” Yani onların en akıllıları, itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılı­ğı itibariyle en iyileri dedi ki: Allah’ı teşbih etmeli, O’nu anmalı, size ver­diklerine ve bağışladığı nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah’tan mağfiret dilemeli ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tevbe etmeli değil misiniz?

Acı hakikat ile karşı karşıya kaldıklarında Allah’ı andılar ve şu sözle­riyle günahlarını itiraf ettiler:

“Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz dediler.” Yani Allah bahçemize bu yaptıklarıyla bize zulmetmiş olmaktan münezzehtir, de­diler. Asıl yoksullara haklarını vermemekle kendi kendimize biz zulmettik.

Fakat onlar itaatin fayda vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir zamanda pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.

Daha sonra Yüce Allah’ın buyurduğu gibi birbirlerini kınamaya koyul­dular:

“Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar.” Yani mahsullerin toplanmasında yoksulların haklarını vermemekteki ısrarları sebebiyle bir­birlerini kınamaya başladılar. Günahlarını, kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak edilmek üzere beddua etmekten başka bir yol da bula­madılar. Yüce Allah buyurdu ki:

“Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz.” Yani ey ölüm gel de bizi yakala, dediler. Çünkü bizler haddi aşan, azgın kimseler­dik ki bu işler başımıza geldi.

Daha sonra Rablerine kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ih­san buyurması için dua ederek dediler ki: “Rabbimizin bize ondan hayırlı­sını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz.” Yani belki Rabbimiz Allah bize bahçemizden daha hayırlısını verir. Biz çok affe­dici olan Rabbimizden ümit ediyoruz, hayır da ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara eski bahçelerinden hayırlısı verildi.

Daha sonra Yüce Allah bu kıssadan alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha bü­yüktür, eğer bilselerdi.” Yani işte dünya azabı, da bahçe sahiplerinin mah­sulden mahrum bırakmaları ve Mekkelilerin kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah’ın emrine muhalif hareket eden ve Allah’ın verdikleri ile ih­san ettiği nimetlerde cimrilik ederek yoksulun ve fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı ise dünya azabından daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu bilselerdi akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)’nın davetine iman etmeye koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar bilmiyorlar. Bu da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve doğrudan ne kadar uzak ol­duklarına bir delildir