٥٤
فَغَشّيهَا مَاغَشّى
(54) feğaşşaha ma ğaşşa
Artık onlara ne örttüyse örttü
(54) So that (ruins unknown) have covered them up.
1. | fe | : böylece, artık |
2. | gaşşâ-hâ | : ona sardı, kapladı |
3. | mâ | : şeyi |
4. | gaşşâ | : sardı, kapladı |
فَغَشَّاهَاböylece sardırdıمَا غَشَّى ona sardırdığını
AÇIKLAMA
Allah kendisine itaat etmekten kaçınan herkesi azarlayıp zemmederek şöyle buyurdu:
“Şimdi (haktan) dönen, (malından) biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan adamı gördün mü? Gaybın ilmi onun nezdindedir de kendisi mi görüyor?” Yani hayırdan dönen, hakka uymaktan kaçan, malından biraz verip sonra başkasının onun günahını yüklenmesi uğruna vermekten vazgeçen veya İbni Abbas’ın tefsirine göre biraz itaatta bulunup sonra bunu kesen o kişinin durumu sana haber verildi, bildirildi mi? İnkarı imana tercih eden bu kâfirin nezdinde, ona göre gâib olan azap hakkında bilgi var da, o kıyamet gününde arkadaşının kendi adına günahlarını yükleneceğine mi inanıyor? Hayır, iş onun zannettiği gibi değildir.
Bu ayetler “İşte o, tasdik etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanlamış arkasını dönmüş.” (Kıyamet, 75/31-32) ayetleri ile aynı mealde ayetlerdir.
Sonra Allah bütün din ve nizamların ittifak ettiği “sorumluluğun şahsîliğini” ona hatırlatarak şöyle buyurdu: ‘Yoksa Musa’nın ve vazifesini tastamam ifa eden İbrahim’in sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi?” Yani, yoksa o Tevrat’ın fasıllarında ve “Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince “Ben seni insanlara önder yapacağım.” demişti.” (Bakara, 2/124) ayetinde beyan edildiği gibi kendisine emrolunanı eksiksiz ve tastamam yapan, elçilik vazifesini en mükemmel şekli ile eda eden İbrahim’in sahifelerinde bildirilenlerden haberdar edilmedi mi? İbrahim (a.s.) bütün emirleri yerine getirip bütün yasak olanları terkettikten ve peygamberlik vazifesini eksiksiz tebliğ ettikten sonra bütün hal ve haketlerinde söz ve fiillerinde insanlar için kendisine uyacakları bir önder olmaya hak kazanmıştır.
İbrahim ve Musa’ya gelen kitapları zikretmekle yetinilmiştir. Çünkü müşrikler kendilerinin İbrahim’in dini üzre olduklarını, Ehl-i Kitap da Tevrat’a uyduklarım iddia ederler. Âlâ suresi 19. ayette İbrahim (a.s.)’in sahifeleri önce, Musa (a.s.)’a gelen sonra zikredildiği ve zaman olarak da öyle olduğu halde burada bunun aksi olarak önce Musa’nın sahifelerinin zikredilmesinin sebebi İbrahim (a.s.)’in sahifeleri zaman bakımından daha uzak olması ve onlardaki öğütlerin müşrikler arasında meşhur olmamasıdır. Halbuki Musa’nın Tevrat’ı daha yaygın ve daha çoktu.
Sonra Allah, İbrahim ve Musa Peygamberlere gelen kitaplarda neler bulunduğunu beyan sadedinde şöyle buyurdu:
1- “Hakikaten hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez” Yani hiç kimse başkasının günahı sebebiyle muâhaze olunmaz, herkes inkâr veya herhangi bir günah olsun işlediği cürmün günahını yalnız kendisi çeker, onun adına bir başkası çekmez. İşte bu, “ferdî mesuliyet’ veya “şahsî mes’uliyet” veya “Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa ondan bir şey taşınmaz.” (Fâtır, 35/18) ayeti gibi birçok ayette beyan edildiği “hiç kimse başkasının günahı sebebiyle muâhaze olunmaz” prensibidir.
2- “Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” Yani onun için sadece çalıştığının ecri, yaptığının karşılığı vardır, yapmadığı bir işin ecrini hak etmez. Bu prensip yukarıdakinin mukabilidir. Yani hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu veya günahını yüklenmeyeceği gibi ecir ve sevap olarak da ancak kendisi için yaptığının karşılığını alacaktır. Ayetin maksadı salih amellerin ve her bir amelin karşılığı olduğunu beyan etmektir. Dolayısıyla hayra sevap, şerre ceza verilir. Ayet-i kerimede salih amele daha fazla teşvik etmek için “çalıştığı” şeklinde mazi sığası ile ifade edilmiştir.
İmam Şafiî bu ayetten ölüler için okunan Kur’an’ın sevabının onlara ulaşmayacağı hükmünü çıkarmıştır, çünkü bu onların kendi işi ve kazancı değildir. Ancak dört mezhepte itimad edilen şudur ki yapılan kıraetin sevabı ölülere ulaşır. Çünkü bu bir hibedir ve okunduğu zaman rahmetlerin indiği Kur’an ile dua etmektir. Nitekim hadis-i şeriflerde duanın ve sadakanın ölüye ulaştığı sabit olmuştur ve bunun üzerinde icma edilmiştir. Müslim Sahih’inde, Buhari Edebü’l-Müfred’de ve İbni Mâce hariç diğer Sünen sahiplerinin Ebu Hüreyre’den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç şeyden dolayı kesilmez: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan bir ilim veya ona dua eden salih bir evlât.” Kurtubî şöyle dedi: “Birçok hadis bu hükme delâlet ediyor: Başkası tarafından yapılan salih amelin sevabı mümine ulaşır.”
3- “Hakikaten çalıştığı ileride görülecektir.” Yani onun ameli muhafaza edilmektedir, mizanında bulacaktır, ondan hiçbir şey zayi olmaz. İhmalkâr davrananları kınamak ve ilân etmek için kıyamet günü bu çalışması ona ve mahşer halkına arzolunacaktır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “De ki: Yapın, amellerinizi Allah da, Rasulü de, müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe: 9/105) Yani size onu haber verecek ve eksiksiz size karşılığını verecektir. Hayır ise hayır, şer ise şer verecektir.
4- “Sonra buna en kamil karşılık verilecektir” Yani insana çalışmasının karşılığı verilir, eksiltmeden bütünüyle amelinin karşılığını görür. Kötülükse misli ile cezalandırılır, iyilik ise on mislinden yedi yüz misline kadar mükâfatlandırılır.
5- “Şüphesiz ki en son gidiş ancak Rabbinedir.” Yani kıyamet günü dönüş ve varış Allah’adır, başkasına değil. O insanların küçük büyük bütün amellerinin karşılığını vercektir. Bu ifade kötüler için bir tehdit ve korkutma, iyiler için bir teşvik ve sevdirmedir ki kulların kıyamet günü Allah’a döndürülmeleri ve amellerinin karşılığını almaları için O’na arzolunacaklan konusunda düşünmeyi gerektirmektedir. Nitekim başka ayetlerde de buna işaret edilmiştir. Meselâ: “Her şeyin mülkiyeti elinde olan Allah’ı tenzih ederim. O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin, 36/83). İbni Ebî Hatem’in rivayetine göre Amr bin Meymun el-Evdî şöyle dedi: Muaz bin Cebel ayağa kalkıp bizim kabileye şöyle dedi: Ey Evd oğulları, ben Allah Rasulünün size gönderdiği elçisiyim. Bilirsiniz ki dönüş Allah’adır, ya cennete veya cehennemedir.”
6- “Hakikat şu: Güldüren de, ağlatan da O’dur.” Yani dünyada dilediğini sevindirerek güldüren, dilediğini üzerek ağlatan, kulları hakkında gülmeyi de ağlamayı da, sevinç ve üzüntü ile bunların sebeplerini yaratan da O’dur. Bu ikisi ayrı şeylerdir. Denilmek istenen şudur: Sevindirecek salih ameli, üzüntü verecek kötü ameli yaratan O’dur. Bu ilâhî kudretin delilidir. Burada özellikle ağlama ve gülme vasıflarının zikredilmesinin sebebi bu sıfatların ta’lil edilememesi, sebebinin bilinemeyişidir. Yani hiç kimse gülme ve ağlama sıfatının canlılar içinde sadece insanda bulunuşunun sebebini bulamaz.
7- “Hakikat şu: Öldüren de dirilten de O’dur.” Yani Allah “O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de dirimi de takdir eden ve yaratandır.” (Mülk: 67/2) ayetinde de beyan edildiği gibi ölümü de, hayatı da yaratan O’dur. O öldürmeye de, diriltmeye de, tekrar yaratmaya da kadirdir.
8- “Hakikaten meniden, döküldüğü zaman erkek ve dişi iki çifti O yarattı. ” Yani insan veya hayvan cinsinden her birini meniden veya rahme dökülüp atılan az bir sudan erkek ve dişi iki sınıf olarak yaratan sonra o nutfeye ruh üfleyen neticede onu bir insan veya hayvan bünyesi yapan Allah’tır. Bu, nutfeye arız olan zıtlıklar cümlesindendir. Zira aynı nutfenin bir kısmı erkek, bir kısmı dişi olarak yaratılır.
9- Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.” Yani kıyamet günü ruhları cesetlere iade edecek Allah’tır. Allah nasıl ki insanı hiç yoktan yarattı ise, onu tekrar yaratmaya da kadirdir ki işte bu kıyamet günü ikinci yaratılıştır. Bu, haşre işarettir.
10- “Hakikat şu: (İnsanı) muhtaç olmaktan O kurtardı ve O sermaye sahibi kıldı.” Yani insanlar için gördüğü hikmet ve maslahata göre kullarından dilediğini zengin yapmak, fakir yapmak veya mal verip vermemek her ikisi de Allah’ın elinde, onun yetki ve tasarrufundadır.
11- “Hakikat şu: Şi’ra’nın Rabbi de O.” Yani şiddetli sıcaklarda Cevzâ’nın gerisinde görülen “Mirzemü’l-cevzâ” veya “Abûr”da denilen o parlak, ışıl ışıl yıldızın sahibi de işte O’dur ki Huzâa ve Himyer kabileleri o yıldıza taparlardı.
Yıldızların içinde iki tane Şi’ra adında yıldız vardır. Birisine Yemâniyye, diğerine Şâmiyye denir. Öyle görülüyor ki -Razî’nin de dediği gibi- birine Yemâniyye denilmesi Yemen halkının ona tapmasından dolayıdır. Bu yıldıza ilk tapan kişi Arab eşrafından Ebu Kebşe’dir. Bu yüzden Kureyş, kendi dinlerine muhalefet eden Rasulullah’ı, yine kendilerine muhalefet etmiş olan Ebu Kebşe’ye benzeterek “Ebu Kebşe’nin oğlu” demişlerdi. Ebu Kebşe ana tarafından Rasulullah’ın dedeleri arasındadır. Ebu Süfyan Mekke’nin fethi günü İslâm ordusunun önünden geçişini seyrederken: “Vallahi Ebu Kebşe’nin oğlunun işi krallığa dönüştü.” demişti. Ayrıca Kureyş müşrikleri de “Ebu Kebşe’nin oğlundan bir şey görmedik.” şeklinde konuşurlardı.
12- “Hakikat şu: Evvelki Âd’ı O helak etti.” Yani Hûd Peygamber’in kavmi olan eski Âd’ı Allah helak etti. Nuh’tan sonra ilk helak edilen ümmet bunlardır. “Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd’e, o direkli İrem’e ki o beldelerde bir benzeri yaratılmayandı.” (Fecr, 89/6-8) ayetlerinde de işaret edildiği gibi bu kavme Nuh’un oğlu Sâm’ın oğlu İrem’in oğlu Âd denilir. Bunlar en güçlü, en kuvvetli ve Allah ile Rasulüne karşı en âsi kavim idiler. Bu yüzden Allah onları ‘Yedi gece, yedi gün üzerlerine musallat ettiği uğultulu azgın bir rüzgâr ile…” (Hakka, 69/6-7) helak etti. Müberrid’e göre diğer Ad da Salih Peygamber’in kavmi Semud’dur.
13- “Semud’u da (helak etti). Öyle ki, bırakmadı.” Yani Âd’ı helak ettiği gibi, Semud’u da helak etti, günahları yüzünden onları cezalandırıp perişan etti. Öyle ki her iki kavimden de kimse kalmadı. Nitekim ayette: “Şimdi onlardan bir kalan görüyor musun?” (Hakka, 69/8) diyerek buna işaret edilmektedir.
14- “Daha evvel Nuh kavmini de. Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların ta kendileri idi.” Yani Âd ve Semud, bu iki kavimden önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar Âd ve Semud’dan daha zalim, daha azgın, kendilerinden sonra gelenlerden daha isyankâr ve sınır tanımaz bir kavim idiler. Çünkü zulmü başlatan onlardı, zulmü başlatan daha zalimdir. Nitekim bir hadiste: “Kim kötü bir yol açarsa, o kötülüğün ve daha sonra onu yapanların günahı onun üzerinedir.” Nuh kavminin daha azgın sayılmasının sebebine gelince: Onlar, Nuh (a.s.)’un kendilerini uzun müddet davet etmesi sebebiyle uzun zaman öğüt dinleme imkanları oldu, buna rağmen isyan ederek Allah’a karşı azgınlık yaptılar, inkâr üzerinde ısrar edip büyüklük tasladılar. O kadar ki Nuh Peygamber’i: “Ey Rabbim yer yüzünde kâfirlerden yurt tutan (veya gezip dolaşan) hiçbir kimse bırakma.” (Nuh, 71/26) diyerek haklarında beddua etmeye mecbur bıraktılar.
15- “(Lût kavminin) altı üstüne gelen kasabalarını da o kaldırıp yere çarptı da onlara giydirdiğini giydirdi.” Yani Lût kavminin köylerini kasabalarını altını üstüne getirerek yere çaldı. Bu köyleri önce yukarı kaldırdıktan sonra yere çalan Cebrail idi. Sonra Allah üzerlerine pişmiş kerpiçten taş yağmuru yağdırdı da o köyleri taşlarla ve çeşitli azaplarla örttü. Nitekim Şuara suresinin 173. ayetinde bu zikredilmiştir: “Onların üzerine şiddetli bir yağmur yağdırdık da, uyarılmışların yağmuru fena olmuştu.” Harap edilen bu köyler “alt-üst olmuş” manasına “el-mü’tefeket” kelimesi ile ifade edildi. Çünkü bu ismin fiili olan “i’tefeket” “ters döndü, altı üstüne geldi” manasınadır.
“Onlara giydirdiğini giydirdi.” ayetinde ne giydirildiğinin mübhem bırakılması, giydirilen o azabın büyüklüğünü ve umumiliğini ifade etmek içindir. Katade şöyle der: Lût kavminin köylerinde on altı bin insan yaşardı. O vadi bunların üzerine fırın ağzından çıkan gibi ateş, petrol ve katran püskürttü