100

١٠٠

قُلْ لَوْ اَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَاءِنَ رَحْمَةِ رَبّى اِذًا لَاَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْاِنْفَاقِ وَكَانَ الْاِنْسَانُ قَتُورًا

(100) kul lev entüm temlikune hazaine rahmeti rabbi izel le emsektüm haşyetel infak ve kanel insanü katura
de ki sizler sahip olsaydınız Rabbimin rahmet hazinelerine o zaman (yoksulluk) korkusundan infak etmezdiniz (bu), insanın cimri oluşundandır

(100) Say: if ye had control of the treasures of the mercy of my Lord, behold, ye would keep them back, for fear of spending them: for man is (ever) niggardly

1. kul : de
2. lev : eğer, şâyet
3. entum : siz
4. temlikûne : siz maliksiniz, sahipsiniz
5. hazâine : hazineler
6. rahmeti : rahmet
7. rabbî : Rabbim
8. izen : olduğu zaman, öyle olursa
9. le emsektum : mutlaka siz tuttunuz (tutardınız)
10. haşyete el infâkı : infâk (harcama, tükenme) korkusu
11. ve kâne : ve oldu, …dir
12. el insânu : insan
13. katûren
(katere)
: çok cimri
: (fazla sıktı, daralttı)

SEBEB-İ NÜZUL

l. İbn Abbâs der ki: Allah’ın Rasûlü (sa) bir gece Mekke’de teheccüd kılıyordu. Secdesinde: “Ey Rahman ey Rahîm!” demeye başladı. Bunu duyan müşrikler: “Muhammed (veya İbn Ebî Kebşe) bir tanrıya dua ederdi. Şimdi ise iki tanrıya   dua   ediyor:   Allah’a   ve   Rahmân’a.   Biz   Rahman   olarak   ancak Yemâme’nin Rahmân’ı biliyoruz.” dediler. Yemâme’nin Rahmân’ı ile Müseylimetu’l-Kezzâb’ı kastetmekteydiler. İşte onların bu sözleri üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

İbn Merdûye ve başkalarının İbn Abbâs’tan rivayetlerinde Yemâme’nin Rahmân’ı söz konusu edilmeksizin hadise şöyle anlatılıyor: Bir gün Rasûlullah (sa) Mekke’de namaz kıldı ve dua etti. Duasında: “Ya Allah, ya Rahman!” dedi. Bunu duyan müşrikler: “Şu sâbiîye bakın! Bize iki tanrıya dua etmeyi yasaklıyor ama kendisi iki tanrıya dua ediyor!” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

2. Sa’d’den rivayette o şöyle anlatır: Hz. Peygamber (sa), Mescid-i Harâm’da namaz kılarken açıktan Kur’ân okurdu. Kureyş müşrikleri: “Açıktan okuma; tanrılarımıza bu kıraatinle eziyet veriyorsun. Eğer böyle açıktan okumaya devam edecek olursan biz de senin Rabbını hicvederiz.” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ: “Namazında pek bağırma, sesini o kadar kısma da. İkisinin arasında bir yol tut.” âyet-i kerimesini indirdi.

Mukatil der ki: Bir gün Hz. Peygamber (sa) Safâ’nın yanında namaz kılıyordu. Kıldığı namaz sabah namazıydı ve O, namazında cehren Kur’ân okuyordu ki bunu gören Ebu Cehl: “Allah’a iftira etme.” dedi, bunun üzerine Hz. Peygamber (sa) sesini alçalttı da o, müşriklere: “Gördünüz mü İbn Ebî Kebşe’ye ne yaptım, onu (Ku’ân’ını) okumaktan men’ettim.” dedi ve işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

3. Meymûn ibn Mihrân da der ki: “Bu mektup Süleyman’dandır ve Rahman Rahîm Allah’ın adıyladır.” (Nemi, 27/30) âyet-i kerimesi nazil olmadan önce Hz. Peygamber kendisine vahyolunanların başına “Bismike Allahümme = Senin adınla ey Allahım” yazardı. Bu âyet nazil olunca “Rahman Rahîm Allah’ın adıyla” şeklinde besmele yazınca arap müşrikleri: “Bu rahîm’i biliyoruz. Peki Rahman ne?” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

4. Dahhâk der ki: Rasûlullah (sa)’a: “Sen çok az Rahmân’ı zikrediyor, çok az Rahman diyorsun. Halbuki Allah Tevrat’ta bu ismi çokça zikretmekteydi.” denildi de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

5. İbn Abbâs’tan rivayette o “…Namazında pek bağırma, sesini o kadar kısma da. İkisinin arasında bir yol tut.” âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber (sa) Mekke-i Mükerreme’de davetini açıktan yapmadığı zamanda nazil olmuştur. Müşrikler, Hz. Peygamber (sa)’in Kur’ân okumasını işittikleri takdirde hem Kur’ân’ı indirene, hem Kur’ân’a ve hem de Hz. Peygamber’e sövüyorlardı. Allah Tealâ, Rasûlü’ne, duyup da Kur’ân’a, Allah’a ve Rasûlü’ne sövmesinler diye müşriklerin işitmiyeceği şekilde alçak sesle, ama ashabının duyup öğrenecekleri kadar yüksek bir sesle Kur’ân okumasını Rasûlü (sa)’ne emretti.

6. Ayet-i kerimenin “…Namazında pek bağırma, sesini o kadar kısma da. İkisinin arasında bir yol tut.” kısmının nüzul sebebinde, bu âyet-i kerimenin Medine-i Münevvere’de nazil olduğu vehmini veren rivayetler de vardır:

Hz. Aişe demiş ki: Bu âyet-i kerime namazın sonundaki teşehhüd hakkında nazil oldu. Bedevî açıktan “Tahiyyât Allah’ındır, salevâtlar da temiz şeyler de…” der ve sesini yükseltirdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.

Abdullah ibn Şeddâd ise biraz daha husûsileştirerek Temîm oğulları’ndan bazı bedevilerin, Hz. Peygamber namazından selâm verince yüksek sesle “Ey Allahımız bize mal (develer) ve evlâd ver.” demeleri üzerine Allah Tealâ’nın bu âyet-i kerimeyi indirdiğini söyler.

Hz. Aişe’den gelen başka bir rivayete göre ise âyet-i kerime dua hakkında nazil olmuştur.

AÇIKLAMA
“Zaten onlara hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey…” buyruğunun anlamı şudur: Aralarında Mekke müşriklerinin de bulunduğu insanların çoğunluğunun Allah’a iman etmelerine ve peygamberlere uymalarına engel olan şey, ancak onların insanların peygamber olarak gönderilmesine şaşmalarıdır. Peygamber olarak gönderilen kişinin kendilerine peygamber gönderilen insanların cinsinden olması gerektiğini düşünemeyişleri ve bunun mutlaka meleklerden olması gerektiğini sanmalarıdır. Ancak bu tutarsız bir düşünce ve batıl bir inatlaşmadır. Ayet-i kerime Yüce Allah’ın şu buyruklarını andır maktadır: “İnsanları uyar diye içlerinden bir adamı vahiy ile göndermemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu?” (Yûnus, 10/2); “Çünkü peygamberleri onlara apaçık delillerle geliyorlardı da onlar: Bizi bir insan mı hidayete iletecek diyorlardı.” (Teğâbün, 64/6). Bu kabilden ayet-i kerimeler pek çoktur.

Daha sonra Yüce Allah kullarına olan lütuf ve rahmetine ve işin mantığına dikkatlerini çekerek şöylece cevap vermektedir: “De ki” Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik.” Yani ey Muhammed onlara de ki: Hikmetin ve eşyanın mantığının ve insanlara rahmetin gereği Yüce Allah’ın onlara kendi cinslerinden bir peygamber göndermesidir. Onlarla tartışsın, onlara hitap etsin, onlar da onun dediğini iyice kavrayıp anlasınlar diye. Bir peygamber göndermekten maksat, yalnızca ona vahyolunan şeyi iletmekten ibaret değildir ve eğer rasul bir melek olsaydı, onunla karşılaşmaya tahammül edemezlerdi, ondan bir şey öğrenemezlerdi. Çünkü her bir varlık kendi cinsinden bir varlıkla sükûn bulur. Meleğin tabiatı insanlarla bir arada olmaya uygun değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer onu (peygamberi) bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam (suretinde) gösterirdik ve herhalde onları yine de düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük.” (En’am, 6/9).

Hatta peygamberin insanlar arasından gönderilmesi oldukça büyük bir nimet, bir hikmet ve lütuftur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Nitekim içinize sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediklerinizi öğretiyor.” Bakara, 2/151); “Andolsun ki Allah müminlere aralarında kendilerinden onlara ayetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Ali İmran, 3/164); ‘Andolsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki…” (Tevbe, 9/128).

Ayet-i kerimenin anlamı özetle şöyledir: Eğer yeryüzünde -ey insanlar-sizin gibi yerleşik ve yürüyen melekler bulunsaydı, elbette biz de onlara kendi cinslerinden semâ aleminden bir peygamber gönderirdik. Siz ey insanlar, sizin de rasulünüz sizdendir. Fakat insanların başkalarına rasul olmaları mümkündür. Rasulullah (s.a.) hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Çünkü cinlerin ondan vahiy öğrenmeleri ve onun hitabını anlamaları mümkündür. Peygamberin Cebrail (a.s.)’den vahiy almasına gelince, bu ise peygamber yahut rasulden başkası için mümkün olmayan özel bir istidadı gerektirmektedir.

Daha sonra Yüce Allah bir başka delili şöylece göstermektedir:

“De ki: Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter.” Yani benimle sizin aranızda ayırıcı hüküm ve söz, size karşı susturucu kesin delili ortaya koymam, şu şekilde mümkündür: Allah bana da size de şahittir, benim ve sizin aranızda hakemdir. Benim size ne getirdiğimi bilir. Şayet ben yalan söyleyen birisi isem, şüphesiz benden en ağır bir şekilde intikam alacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer bazı sözleri bize isnat etseydi, biz onu elbette kudretimizle alıverir, sonra da kalbinin damarını elbette keserdik.” (Hakka, 69/44-46); “Allah’a karşı iftira edenlerden daha zalim kim olabilir?” (Enam, 6621).

“Muhakkak ki o kullarından haberdardır, yaptıklarını hakkıyla görendir.” Çünkü şüphesiz Yüce Allah kullarının hallerini çok iyi bilir. Onların gizlediklerini de açıklıklarını da bilir. Kimin hidayete, kimin sapıklığa lâyık olduğundan haberdardır. Kalplerinde olanı çok iyi bilir.

Onlar bu tür şüpheleri ancak kıskançlıkları ve liderlik arzuları dolayısıyla hakkı kabulden yüz çevirmek kasdıyla söz konusu ederler. Bu ifadelerde ise bir tehdit söz konusudur. Kavminin onun yolunu engellemeleri ve inat etmeleri dolayısıyla karşılaştığı sıkıntılara karşı Rasulullah (s.a.)’a bir tesellidir.

Daha sonra Yüce Allah, yarattıklarındaki tasarrufunu, hükmünün yerini bulmasını ve hükmünü koğuşturacak kimsenin olmadığını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet bulan odur…”

Yani Allah’ın imana ilettiği kimse hakka doğru hidayet bulan kimsedir. Allah’ın saptırdığı kimseleri hakka ve doğruya iletecek Allah’tan başka asla yardımcılar bulamazsın.

Bundan maksat da Rasulullah (s.a.)’a teselli vermektir. Ezelden haklarında iman ve hidayet konusunda Allah’ın hükmü verilmiş olanların -onların ruhlarında hakka doğru meyilleri dolayısıyla böyle bir yola gidecekleri ezelden beri Allah tarafından bilindiğinden dolayı- mümin olmaları vacip olmuştur. Çünkü Allah’ın ilmi değişmez. Kendilerinin kötü tercihte bulunacaklarını ve sapıklık ve delâlet üzere ısrar edeceklerini de ezelden beri bildiğinden dolayı, Allah’ın haklarında sapıklık ve cahillik hükmünü vermiş olduğu kimselerin ise bu sapıklıktan dönmelerine imkân yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın hidayet verdiği kimse asıl hidayet bulandır, Allah’ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola iletecek bir dost ve yardımcı asla bulamazsın.” (Kehf, 18/17).

Allah’ın ezeli ilim ve hükmünün varlığından kasıt insanın iman ve küfre mecbur edilmesi değildir. Esasen insan, Allah’ın kendisi için seçmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, seçmek imkânına sahiptir. Yani insan kendi iradesiyle seçimde bulunurken aslında, o kendisinin bilmediği bir gerçeğe göre Allah’ın kendisi için seçtiğinden başka bir şeyi seçmiş oluyor. İnsanın da herhangi bir şeyde Allah’ın dilediğinden başka bir şeyi dilemesi mümkün değildir. Her şeydeki Allah’ın bu kapsamlı ve küllî iradesi ile birlikte İlâhî irade, adalet ve rahmetiyle insanın hidayet ve güvenliği seçmekle sapıklığı ve şüpheyi seçmek arasında muhayyer bırakılmasını teminat altına almıştır. Nitekim Yüce Allah bunu şöylece açıklamaktadır: “Biz ona yolu gösterdik. O ister şükreden olsun, isterse de nankör (bir kâfir).” (İnsan, 76/3); “Ve biz ona iki de yol gösterdik.” (Beled, 90/10).

“Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz.” Kıyamet gününde kabirlerinden çıktıktan sonra hesaplarının görüleceği yerde yüzleri üstünde sürüklenmiş olarak bir araya getireceğiz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O günde yüzleri üstü ateşe sürükleneceklerdir.” (Kamer, 54/48). Gözleri görmeyecek şekilde kör, konuşmayacak şekilde dilsiz, işitemiyecek şekilde sağır. Yani onlar nasıl dünyada bu duyularını gerçek anlamda fayda sağlamayacak şekilde işlemez hale getirdi iseler -zahiren gören, konuşan ve işiten olmakla birlikte; ahirette de gözleri aydınlık kurtuluş yolunu göremeyeceklerdir. Kendilerinden kabul edilecek sözler söyle meyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kim bunda (dünyada) kör ise o ahirette de kördür, hatta yolca daha da sapıktır.” (Isra, 17/72). İbni Kesîr der ki: Bu ise dünya hayatındaki hallerine uygun bir ceza olmak üzere bazı hallerde olur, bazı hallerde olmaz. Onlar hakka karşı sağır, kör ve dilsiz idiler, mahşer yerlerinde de böylelikle cezalandırılacaktır.

Buharî, Müslim ve Ahmed, Enes b. Mâlik (r.a.)’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ey Allah’ın Rasulü insanlar nasıl yüzleri üstünde haşrolunacaklar? diye soruldu, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Onları ayakları üstünde dirilten yüzleri üstü yürütmeye de kadirdir.”

Tirmizî’nin de rivayetine göre “İnsanlar mahşerde üç sınıf olacaklardır. Kimisi yayan, kimisi binekli, kimisi de yüzleri üstünde.” Yine bu anlamda olmak üzere İmam Ahmed de Huzeyfe b. Useyd’den şöyle bir rivayet kaydet mektedir: Ebu Zeyd kalkıp şöyle dedi: Ey Gıfar oğulları, söyleyin fakat yemin etmeyin. Çünkü o doğru söyleyen ve sözü doğrulanan (Hz. Peygamber) bana anlattı ki: “İnsanlar üç kitle halinde haşredileceklerdir. Bunlardan bir kısmı binekli, tok ve elbiseli; bir diğer kesim kimi zaman yürür kimi zaman koşar; bir diğer kesimi ise melekler yüzüstü sürükler ve cehenneme doğru götürüp atar.”

“Barınakları cehennemdir onların. Alevi yavaşladıkça hemen onların alevini artırırız.” Yani onların varacakları, dönecekleri yer cehennem olacaktır. Bu cehennemin alevi dinecek gibi oldu mu hemen onun alevini hararetini ve korunu artırırız. Bu da cehennem ateşinin onların derilerini ve etlerini eritip yok etmesi ile olacaktır. Yok olduktan sonra da alevi dinecektir. Arkasından tekrar bunlara deri ve et giydirilecektir, yine cehennem alev alev yanmaya başlayacaktır ve bu şekilde tekrarlanıp duracaktır. Ta ki onların öldükten sonra bu dirilişleri, yalanlamalarına karşılık hasretlerini, pişmanlıklarını artırsın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Tadın (azabı), sizin azap tan başka bir şeyinizi asla artırmayacağız.” (Nebe: 78/30).

Onlara bu şekilde azap edilmesinin sebebi ise Yüce Allah’ın buyurduğu şekilde “Bu onların cezasıdır, çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ettiler…” ayetinin ifade ettiği husustur. Bizim onları kör, sağır ve dilsiz olarak diriltmek gibi kendilerine verdiğimiz bu ceza ve azabın sebebini, Allah’ı inkâr edip kâfir olmalarına, onun ayetlerini yani varlığına, birliğine, öldükten sonra dirilişe dair delil ve belgelerini inkâr etmelerine, öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğini inkâr ederek: “Bizler çürümüş kemikler ve etrafa dağılmış toz-toprak olduktan sonra yeniden bir daha, yaratılacağız?” demelerine bir ceza olarak verilecektir.

Yüce Allah öldükten sonra diriltmeye kadir oluşuna gökleri ve yeri yaratmış olduğunu belirterek dikkatleri çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir…” Yani gökleri ve yeri daha önce görülmüş bir misal söz konusu olmaksızın yoktan var eden Allah’ın, tekrar onlar gibisini yaratmaya ve yine onların bedenlerini iade edip ilk olarak yoktan var ettiği gibi ikinci bir defa daha yeniden yaratmaya kadir olduğunu düşünmüyorlar mı, bilmiyorlar mı? Çünkü onları yeniden iade etmeye kadir olması, hiç yoktan var etmesine göre daha kolaydır: “Andolsun ki göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük (bir iş) tir” (Mü’min, 40/57); “Yaratılış itibariyle sizler mi daha çetinsiniz yoksa sema mı? O, onu bina etmiştir.” (Nâziât, 79/27).

İşte bu şunu göstermektedir ki, insanı yaratmak ve onu tekrar iade etmek, gökleri ve yeri yaratmaktan daha kolaydır ve yine tekrar iade etmek, ilk yaratmaktan daha kolaydır.

Fakat öldükten sonra dirilişin ve kıyametin, yahut da ölümün belirli bir süresi vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar için bir ecel kılmıştır ki onda bir şüphe yoktur.” Onları yeniden yaratmak ve kabirlerinden kaldırmak için belli bir süre tayin etmiştir. Bunun geçmesi kaçınılmazdır. Bu sürenin geçmesinden sonra kıyamet kesinlikle olacaktır.

“Buna rağmen zalimler küfürden başka bir şeyde diretmediler.” Yani onlara karşı bu susturucu delili ortaya koymaya rağmen kâfirler ve kendilerine zulmedenler, batıl ve sapıklıklarında kalmaktan, sıhhatli ve sapasağlam gerçeği inkâr etmekten, öldükten sonra dirilişi kabul etmekten başka bir davranış ortaya koymadılar.

Onların köşkler, bahçeler, pınarlar şeklindeki isteklerinin kabul edilmeyiş sebebi ise, cimrilikleridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki, eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz…” Yani ey Muhammed, onlara de ki: Eğer sizler Allah’ın rızık hazinelerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olsaydınız, yine şu cimriliğinizi, eli sıkılığınızı devam ettirirdiniz. Fakir oluruz, korkusuyla” harcama yapmazdınız. İbni Abbas’ın dediği gibi, sizler elinizdeki bu hazinelerin yok olmasından, tükenmesinden korkardınız. Halbuki bunlar tükenmez. Sizin böyle davranmanız ise cimriliğin karakterinizde yerleşmesin den dolayıdır.

“Zaten insan pek cimridir.” Yani oldukça eli sıkı ve bir şey vermek istemeyendir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı insanlara hurma çekirdeği çukurcuğunu dolduracak kadar bir şey dahi vermezlerdi.” (Nisa, 4/53). Eğer onların Yüce Allah’ın mülkünde bir payları olsaydı kimseye bir şey vermezlerdi. Hatta hurma çekirdeğinin uzunlamasına ve bir iplikçik kadar yeri bulunan çukurcuğu dolduracak kadar dahi bir şey vermezlerdi. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten insan mal toplamaya düşkün ve hakkını ödemek bakımından cimri olarak yaratılmıştır. Kendisine zarar erişirse feryadı basıveren, hayır dokunursa cimrilik edip infâk etmeyendir. Ancak namaz kılanlar müstesnadır.” (Meâric, 70/19-22).

Ayet-i kerime insanın cimriliğine Yüce Allah’ın ise keremine, cömertliğine ve ihsanına açık bir delildir. Buharı ile Müslim’de şu hadis-i şerif yer almaktadır: “Allah’ın eli dopdoludur. Hiçbir harcama onu azaltmaz. Gece ve gündüz bol bol verip durur. Gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana verdiklerini bir düşünün. Bu, onun elinde olanı eksiltmemiştir.”