١٠٠
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذينَ لَا يَعْقِلُونَ
(100) ve ma kane li nefsin en tü’mine illa bi iznillah ve yec’alür ricse alel lezine la ya’kilun
hiçbir nefis iman edemez Allah’ın izni olmadıkça o pislik üzerine bırakır akıllarını kullanmayanları
(100) No soul can believe, except by the will of Allah, and he will place doubt (or obscurity) on those who will not understand.
1. | ve mâ kâne | : ve olmadı, olmaz, olamaz |
2. | li nefsin | : bir nefs için, bir nefsin |
3. | en tu’mine | : mü’min olması |
4. | illâ | : (ancak) hariç, olmaksızın |
5. | bi izni allâhi | : Allah’ın izni ile |
6. | ve yec’alu | : ve kılar, yapar, verir |
7. | er ricse | : ceza, azap, pislik |
8. | alâ | : üzerine |
9. | ellezîne lâ ya’kılûne | : akıl etmeyen kimseler |
AÇIKLAMA
Yunus (a.s.) Kıssası:
Hz. Yunus (a.s.) Kur’an-ı Kerim’de ismen dört defa zikredilmiştir: Nisa 163, En’am 86, Yunus 98, Saffat 139. İki ayrı yerde de vasıflarıyla zikredilmiştir:
1- Zü’n-nun vasfıyla: Enbiya, 87.
2- Sahibu’l-hut vasfıyla: Kalem, 48.
Hz. Yunus (a.s.)’un tam ismi Yunus b. Metta’dır. Ehl-i Kitap Yunus b. Emtay demektedirler.
Allah Tealâ onu Musul topraklarındaki “Ninova” kasabasına gönderdi. Ninova halkı onu yalanladılar. Hz. Yunus (a.s.) onları bir müddet sonra -bir rivayete göre 40 gün sonra- gelecek bir azapla korkuttu ve kavmine kızarak oradan ayrıldı.
Hz. Yunus (a.s.) gidince kavmi azabın gelmesinden korktular. Vaad edilen vakit yaklaşınca gökyüzünü şiddetli koyu bir duman ve simsiyah bulutlar kapladı. Bulutlar aşağıya doğru inip bütün kasabayı kapladı. Ninova halkı son derece korkmuştu. Hz. Yunus’u aradılar ama bulamadılar. Hz. Yunus’un doğru söylediğine gerçekten inanmışlardı. Hepsi yas elbiseleri giydiler, hanımları, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte meydanda toplandılar. Anne ile çocuklarını birbirlerinden ayırdılar. Birbirlerine şefkatle muamele ettiler. Sesler, gürültüler çoğaldı. İhlâslı bir şekilde tevbe ettiler. İman ettiklerini açıktan ilân ettiler. Allah Tealâ’ya yalvarıp yakardılar. Allah da onlara rahmetiyle muamele etti, azabını kaldırdı. Bu gün 10 Muharrem Cuma günü idi.
Taberî diyor ki: Ümmetler arasından Hz. Yunus kavmi azabı gördükten sonra tevbe etmesi ve tevbelerinin kabul edilmesi sebebiyle özellikle zikredilmiştir. Müfessirlerden bir grup alim bu görüşü zikretmişlerdir.
Zeccac ise şöyle diyor: Onlara azap gelmedi. Onlar sadece azabın geleceğini gösteren ön alâmetleri gördüler. Eğer bizzat azabı görselerdi iman etmelerinin kendilerine faydası olmazdı.
Hz. Yunus (a.s.)’a gelince o, kendilerine gönderildiği kavminin bu daveti kabul etmekte ve davet ettiği imana girmekte ağır davranmaları sebebiyle kavmine kızarak ayrıldı. Cenab-ı Hak’tan izin almadan ticaret eşyası yüklü bir gemiye binerek gitti.
Bundan sonra Cenab-ı Hak onu balığın yutmasıyla ve deniz sahiline atılmakla imtihan etti.
“Balık sahibi olan Yunus’u da hatırla. O, bir zaman kavmine öfkelenmiş olarak gitmişti. Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde kalıp şöyle niyaz etti: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ve teşbih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum. Biz de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiya, 21/87-88).
Allah O’nu balığın karnında üç gün veya yedi gün yahut daha çok veyahut daha az bir müddetle kaldıktan sonra hasta bir halde deniz kıyısına attı. Balığın onu çiğneyip hazmetmesinden korudu. Ondan sonra da onu yüz bin kişilik veya daha fazla bir cemaate gönderdi. Allah onların imanını kabul etti.
Enbiya suresi 87. ayetteki “Bizim kendisine kadir olamayacağımızı sandı” şeklinde zahiri mana verileceği yerine ayetin hatadan masum olan peygamberlere münasip manası “Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı” şeklinde olmalıdır. Yani Yunus (a.s.) kendilerine gönderildiği kavme gitmesi için onu mecbur tutmayacağımızı ve Allah Tealâ’nın onlara gönderdiği mesajı tebliğ etmeye zorlamayacağımızı zannetti.
Burada anlatılmak istenen şudur: Hz. Yunus (a.s.) Allah’ın kavmine gitmesi şeklindeki emrini vacip bir emir olarak değil muhalefet etmekte günah olmayan bir irşat emri olarak tevil etti. Tıpkı fıkıh alimlerinin “Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” (Bakara, 2/282) ayetinde emrolunan borcun yazılması emrini mendup bir irşat emri olarak telakki ettikleri gibi. Hz. Yunus (a.s.) da kendisine verilen emri bu şekilde anladı.
Keşke kendilerine peygamber gönderilen kasabalardan bir kasaba halkı dine davet edilip hüccet ortaya konulur konulmaz, azap inmeden ve iman etmeleri imkânsızlaşmadan önce iman etseydi de, imanları kendilerine fayda verseydi!
Irak’ın kuzeyinde Musul vilayetinde Ninova kasabası halkına gönderilen Hz. Yunus (a.s.) kavmi müstesna. Bu kavim önce inkâr etti. Sonra azabın ilk işaretlerini görünce Allah Tealâ’ya niyazda bulundular. İhlâsla tevbe ettiler, açıkça iman ettiler. Allah da bunlara rahmetiyle muamele etti. Hz. Yunus’un onlara vaad ettiği azabı onlardan kaldırdı, imanlarını kabul etti, normal ecelleri bitinceye kadar onlara yaşama hakkı verdi.
Yani Hz. Yunus kavmi olan Ninova kasabası halkından başka eski kavimlerden peygamberlerine hep birlikte iman eden bir kasaba olmamıştır. Hz. Yunus (a.s.) kavmi de azabın ilk alâmetlerini görünce peygamberlerinin uyardığı ve korkuttuğu azabın gerçekten geleceğinden korkarak iman ettiler. Onların imanlarının kabul edilmesi Firavun’un imanının kabul edilmesinden farklı idi. Çünkü Firavun boğulmaya yüz tutmuş ve ölüme yaklaşmış bir halde iman etmiş, Hz. Yunus (a.s.) kavminin imanı her ne kadar azabın ilk alâmetlerini görünce olmuş ise de onlar kendilerine azap bilfiil gelmeden önce iman etmişlerdi.
Bu kıssada Mekkelilere tariz edilmekte, hayattan ümitsizlik derecesine düşmeden önce Hz. Yunus (a.s.) kavmi gibi olmaları teşvik edilmektedir. Çünkü azap Hz. Nuh (a.s.) kavmine, Firavun ve ordularına geldiği gibi onlar için de gerçekleşebilir.
Bu tefsire göre hiçbir çelişki, kapalılık ve Hz. Yunus (a.s.) kavminin ayrıcalıklı özelliği yoktur. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: “İhtiyatlı olmak kaderi değiştirmez, ama dua kaderi değiştirir.”
“Eğer Rabbin dileseydi…” Ya Muhammed! bütün yeryüzündekilerin hepsine getirdiğin kitaba iman etme izni verseydi ve onların kalplerindeki imanı yaratsaydı bunu yapar ve hepsi iman ederdi. Fakat Allah Tealâ’nın yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Nitekim şöyle buyuruyor Cenab-ı Hak:
“Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. (Fakat onları serbest bıraktı.) Onlar da durmadan ihtilâf etmektedirler. Ancak Rabbimin merhamet ettikleri müstesna. Allah insanları bunun için yaratmıştır. Rabbinin “Şüphesiz ben, cehennemi bütün cin ve insanlarla dolduracağım” sözü gerçekleşmiştir.” (Hud, 11/118-119).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “… İman edenler bilmezler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi.” (Ra’d, 13/31).
Ayetteki “küllühüm” kelimesi her şeyi ihata etme şeklindedir, “cemî’an” kelimesi ise iman üzerine toplanmış, hiç ihtilâf etmeden iman üzerinde bir araya gelmiş demektir.
O halde ya Muhammed sen insanı imana zorlayıp iman etmelerini mecbur mu kılıyorsun? Bu senin üzerine bir vazife olmayıp sana ait de değildir. Bu tamamen Allah’a aittir. İman zorlama, mecburiyet ve şiddetle olmaz, sadece gönülden bağlılık ve tercih etmekle olur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Dinde (dine girişte) zorlama yoktur.” (Bakara, 2/257).
“Sen onlara karşı bir zorba değilsin. Sen sadece azabımdan korkan müminlere Kur’anla öğüt ver.” (Kaf, 50/45).
Senin görevin sadece müjdeleyip uyarmak suretiyle tebliğ etmektir: “Senin üzerine düşen apaçık bir tebliğdir.” (Şûra, 42/48).
“Sen hatırlat. Çünkü sen, ancak bir hatırlatıcısın. Sen onlara tahakküm edici değilsin.” (Gaşiye, 88/21-22).
“Şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir.” (Kasas, 28/56).
“Allah’ın izni olmadıkça…” Allah’ın iradesi, dilemesi ve tevfiki olmadıkça hiçbir kimse iman edemez. Yahut Allah’ın kaza ve kaderi, irade ve dilemesi olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi uygun olmaz.
Nefis iman etme hususunda mutlak olmayan cüzî bir iradeye, tercih hakkına sahiptir, ancak bu tercih hakkında tam anlamıyla bağımsız değildir. Bilakis Allah’ın mahlûkatı hakkındaki kanunu ile sınırlıdır. Allah hikmeti, ilmi ve adaleti gereği dilediğine hidayet nasip eder.
Allah azabı, rezil ve rüsvay olmayı, Allah’ın hüccetlerini ve kudretinin delillerini düşünmeyen, hakkı gösteren Allah’ın ayetleri, Kur’anı, aklî ve kevnî hüccetleri hususunda ince ince düşünerek akıllarını kullanmayanlara verir.
Böyleleri doğruya ileten duyuları ve bilgi yollarını işletemedikleri ve nefsî arzularına uydukları için küfrü imana tercih ederler.