١١٣
وَلِتَصْغى اِلَيْهِ اَفْدَةُ الَّذينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُوا مَاهُمْ مُقْتَرِفُونَ
(113) ve li tesğa ileyhi ef’idetüllezine la yü’minune bil ahirati ve li yerdavhü ve li yakterifu ma hüm mukterifun
ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona meyledip yönelsin ondan razı olup hoşlansınlar onlar elde ettiklerini kazansınlar
(113) To such (deceit) let the heats of those incline, who have no Faith in the Hereafter: let them delight in it, and let them earn from it what they may.
1. | ve li tesgâ | : ve meyletsin |
2. | ileyhi | : ona |
3. | ef’idetu | : gönülleri |
4. | ellezîne | : ki onlar |
5. | lâ yu’minûne | : îmân etmezler, inanmazlar |
6. | bi el âhıreti | : ahirete |
7. | ve li yerdav-hu | : ve ondan razı olsunlar |
8. | ve li yakterifû | : ve kazansınlar |
9. | mâ hum mukterifûne | : onların kazandıkları şey(ler) |
وَلِتَصْغَى meyletsinإِلَيْهِ onaأَفْئِدَةُ kalpleri deالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ iman etmeyenlerinبِالْآخِرَةِ ahireteوَلِيَرْضَوْهُ ondan hoşlansınlarوَلِيَقْتَرِفُوا ve yüklensinlerمَا هُمْ مُقْتَرِفُونَ yüklenebildiklerini
AÇIKLAMA
İbni Abbas Yüce Allah’ın, “Eğer biz onlara gerçekten melekleri indirseydik…” buyruğu hakkında şöyle demektedir: İşte bu şekilde iman etmeyeceklerinden söz edilen kimseler bedbaht kimselerdir. Daha sonra Yüce Allah, “Allah dilemedikçe” diye buyurmaktadır ki burada sözü edilenlerden kasıt, Yüce Allah’ın ezelî bilgisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.
Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden ve “Andolsun kendilerine bir ayet (mucize) gelecek olsaydı mutlaka ona iman edeceklerdi” diyen bu kimselerin isteklerine olumlu karşılık vererek melekleri indirseydik ve bu melekler kendilerine Hz. Mııhammed’in risaletini haber verip tasdik edecek olsalardı müşrikler yine de iman etmeyeceklerdi. Bu hususla ilgili Yüce Allah şu ayetlerinde bilgi vermektedir: “Yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirirsin.” (İsra, 17/92); “Ve dediler ki: Allah’ın peygamberlerine verilenlerin benzerleri bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz.” (En’am, 6/124). Evet, bütün bu istekleri yerine getirilmiş olsaydı yine de onlar Resulullah (s.a.)’a ve Kur’an-ı Kerim’e iman etmeyeceklerdi.
Diğer bir ifade ile: Şayet bizler onlara melekleri indirsek ve onlar bunları gözleriyle görseler ve meleklerin Hz. Muhammed’in peygamberliğine şahitliklerini duysalar, hatta ölüler diriltilip onlarla konuşsalar ve “atalarınızı getirin” (Duhân, 44/36) ifadesinde geçtiği şekilde istekleri üzere melekler onlara peygamberlerin getirdiklerinin doğru olduğunu haber verseler, sonuç yine değişmeyecektir. Ayrıca bizler, bütün delil ve mucizeleri toplayıp bir araya getirsek ve bunlar da, peygamberlerin getirdikleri mesajların doğruluğunu kendilerine haber verecek olsalar, yine iman etmeyeceklerdi; esasen bunlarda tasdik etmek için gerekli istidad da bulunmamaktadır. Çünkü bunlar ayet ve mucizelere dikkatle ve ibret alıcı gözle bakmıyorlar. Aksine düşmanlık ve alaycı gözüyle bakmaktadırlar. Onlar, Allah dilemedikçe iman etmezler. Yani onlar bu niteliklerini sürdürdükleri ve bunun üzerinde direndikleri sürece iman etmeyeceklerdir. Ancak Allah’ın dilemesi, bu niteliklerini izale etmesi hali bundan müstesnadır. Çünkü Allah onları hidayete iletmeye de kadirdir. Fakat Yüce Allah onlara her türlü hayır yolunu açıkça gösterdikten ve Kur”an-ı Kerim’in hidayetiyle yararlanma imkânını verdikten sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakır.
O halde Yüce Allah’ın “… yine de inanacak değillerdi” buyruğundan kasıt, kendi irade ve istekleriyle imana girmeyeceklerini bildirmektir. “Allah dilemedikçe” buyruğundan kasıt ise, ihtiyarî iman etmektir, yoksa ıztırarî (mecbur tutularak sahip olunan) iman değildir. Nitekim Razî şöyle demektedir: Çünkü müstesna olan şeyin, kendisinden istisna yapılanın cinsinden olması icap eder. Baskı sonucu ve mecburiyet altında gerçekleşen iman ise ihtiyarî (kişinin tercihi ile) yapılan iman cinsinden değildir.
Fakat iman etmenin de, küfre sapmanın da ellerinde olduğunu, diledikleri vakit iman edip dilediklerinde küfre sapacaklarını kabul eden müşriklerin çoğunluğu bilgisizlik göstermektedirler. Çünkü bu onların sandıkları gibi değildir. Ancak Yüce Allah’ın hidayet verip de bu konuda kendisine başarı ihsan ettiği kimse iman eder ve hidayete erdirme hususunda yardımını esirgeyip sapıklıkta bıraktığı kimse de küfre sapar. Taberî’nin görüşüne göre ayetin anlamı budur. Ayetin zahirinden anlaşılan ve tercih edilen görüş de budur.
Zemahşerî’nin görüşü ise şöyledir: Fakat Müslümanların çoğunluğu Allah dilemedikçe bunların imana gelmeyeceklerini bilmemektedirler. O bakımdan onların teklif ettikleri mucize geldiği takdirde iman edeceklerini ummaktadırlar. Yani Mutezile’nin görüşüne göre müstesna ıztırarî imandır ve Yüce Allah’ın, “Fakat onların çoğu” ifadesindeki zamir ise Zemahşerî’nin görüşüne göre kâfirlere değil, Müslümanlara râcidir. Mutezile der ki: Maksat şudur: Müşrikler istedikleri ayet ve mucizelerin ortaya çıkıp gerçekleşmesi halinde de kâfir kalmaya devam edeceklerini bilmemektedirler. Çünkü onların çoğu da bunun böyle olacağını sanıyorlardı. Ehl-i sünnet ise şöyle demektedir: Maksat şudur: Bunlar her şeyin Allah’tan geldiğini, onun kaza ve takdiri gereği ortaya çıktığını bilmemektedirler.
İbn-i Abbas der ki: Kur”an-ı Kerim ile alay edenler beş kişi idi: Mahzun oğullarından el-Velid b. Muğîre, Sehedilenlerden kasıt, Yüce Allah’ın ezelî bilgisinde imana girecekleri malum olan mutlu kimselerdir.
Ayet-i kerimenin manası şudur: Eğer bizler, çok ısrarlı bir şekilde Allah adına yemin eden Sen bize, Allah’ın rasulü olduğuna dair şahitlik etmek üzere melekleri göster, yahut bizim için ölülerimizi dirilt ki onlara senin bu söylediğin hak mıdır batıl mıdır soralım. Veya sen bize karşı Allah ve melekleri getir. Yani senin bu iddia ettiğin şeylerin doğruluğuna kefil olmak üzere gelsinler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Daha sonra Yüce Allah peygamberinin sıkıntısını hafifletmeyi, gönlünü hoş edip teselli etmeyi murad ettiğinden şunu beyan etti: Allah’ın yarattıkları hakkındaki geçerli sünneti, cinlerden olsun insanlardan olsun, peygamberlere düşmanlık edenlerin bulunması şeklindedir. İşte Yüce Allah “İşte böylece biz her peygambere…” diye buna işaret etmektedir. Yani ey Muhammedi Biz sana muhalefet eden, sana karşı inatlaşan, düşmanlık eden bir takım düşmanlar var ettiğimiz gibi, senden önceki peygamberlere de aynı şekilde düşmanlar kılmışızdır. Bu durum seni üzmesin. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun senden önce de bir takım peygamberler yalanlandı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet görmelerine karşı sabrettiler.” (En’âm, 6/34); “Böylece biz her bir peygambere günahkârlardan bir düşman peyda ettik.” (Furkân, 25/31). Varaka b. Nevfel de Allah Rasulüne Buharî ve Müslim’in rivayet ettiğine göre şöyle demişti: “Gerçek şu ki, bir kimse senin getirdiğinin benzerini getirmişse mutlaka ona düşmanlık edilmiştir.” Yani Yüce Allah’ın sünneti, bir takım kimselerin peygamberlere ve onların gerçek mirasçılarına düşmanlık etmeleri şeklinde cereyan edegelmiştir. Bunlar dinî ve toplumsal hususlarda meydana gelen bozuklukları düzeltme daveti ile ortaya çıkan kimselere de düşmanlık beslemişlerdir. İşte “hayatta kalma mücadelesi ve uygun olanın kalması” diye ifade edilen durum da budur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama köpük atılır gider, insanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu, yeryüzünde kalır…” (Râ’d, 13/17).
Düşmanlık, ister insan şeytanlarından ister cin şeytanlarından olsun fark etmez. Mücahid, İkrime ve Hasan-ı Basrî der ki: Cinlerden de insanlardan da biribirlerine fisıldaşan şeytanlar vardır. Katâde de şöyle der: Bana ulaştığına göre, Ebu Zerr bir gün namaz kılıyordu. Resulullah (s.a.) ona şöyle buyurdu: “Ey Ebu Zerr, insan ve cin şeytanlarından Allah’a sığın.” Ebu Zerr, “İnsanlardan da şeytan var mı?” diye sorunca Resulullah (s.a.), “evet” diye buyurdu.
Bakara suresinde de şöyle buyurulmuştur: “Onlar kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında muhakkak biz sizinle birlikteyiz” derler.” (Bakara, 2/14).
Daha sonra Yüce Allah şeytanların peygamberlere düşmanlığının özelliğini söz konusu etmektedir ki bu da onların Allah’ın davet ve hidayetine karşı direnmeleridir. Yüce Allah “Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar…” diye buyurmaktadır. Yani kimi diğerine o süslü püslü, yaldızlı sözleri telkin eder. Bu tür sözlerden kasıt, dinleyenleri, işin iç yüzünü bilmeden aldatarak söyleyenlerin görüşlerine meylettiren, şeytanların teşviki ve kışkırtmasıyla masiyetlere düşüren sözlerdir. Burada geçen “fısıldamak, (vahiy )’tan kasıt ise işaret etmek ve hızlı söz söylemek demektir. Yaldız (zuhruf) ise dış görünüşü itibariyle süslü ve aldatıcı, içi ise batıl olan demektir.
Şayet Rabbin bu tür aldatmaları yapmamalarını dileyecek olsaydı onlar bunu yapamazlardı. Fakat Allah onları hidayete mecbur etmeyi dilemedi. Aksine O, insanların hayır veya şer yollarından herhangi birisini istek ve tercihleriyle izlemelerini, seçmelerini dilemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve biz ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 90/10). Mutezile’nin görüşü budur.
Ehl-i sünnet ise Yüce Allah’ın, “Eğer Rabbin dileseydi onu yapamazlardı.” buyruğu hakkında şöyle demektedirler: Bütün bunlar Allah’ın kazası, kaderi, irade ve meşieti ile olup O, her bir peygambere şeytanlardan bir düşmanın bulunmasını dilemiştir.
O halde onları yalan ve iftiraları ile baş başa bırak. Yani onların sana karşı durmalarına aldırma, onlar, iftira ve yalanlarında dalıp gitsinler; aldırma onlara. Sen risaletinin gereğini yerine getirmeye, davetini yapmaya bak ve Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah, sana yeter ve düşmanlarına karşı sana yardım eder. Senin üzerine düşen tebliğ etmektir. Onların hesabı ve cezası ise bize aittir.
Yüce Allah’ın, “Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin…” buyruğu önceki ifadelerden anlaşılan takdiri bir fiile atfedilmiştir. Bunun takdiri ise şöyledir: Bu şeytanların kimisi kimisine allı pullu, yaldızlı veya süslenmiş sözleri peygamberlere uyan müminleri kandırmak ve ahirete iman etmeyen kâfir ve fasıkların kalplerinin Hz. Muhammed’in tebliğine meylini engellemek için telkin ederler. Çünkü onların nevalarına uygun düşen odur. İşlerin akıbeti üzerinde durup düşünen uyanık müminler ise, onların batıl sözlerine kanmazlar. Onların allı pullu sözleri kendilerini aldatmaz. “Ondan hoşlansınlar” buyruğundaki zamir ile “Onu yapamazlardı” buyruğundaki zamir, sözü geçen peygamberlere düşmanlık ile şeytanlara racidir.
“Ondan hoşlansınlar ve yapacaklarını yapsınlar diye” buyruğu ise, kendileri için hoşlanıp ondan memnun olsunlar, buna bağlı olarak masiyet ve günahları buna aldandıkları ve bundan hoşlandıkları için kazansınlar, anlamındadır.