46

٤٦

اَلنَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ اَدْخِلُوا الَ فِرْعَوْنَ اَشَدَّ الْعَذَابِ

(46) ennaru yu’radune aleyha ğudüvvev ve aşiyya ve yevme tekumüs saatü edhilu ale fir’avne eşeddel azab
Onlar ateşe arz olunurlar sabah ve akşam ve kıyamet koptuğu gün firavun ve hanedanını atınız azabın en şiddetlisine (denir)

(46) In front of the Fire will they be brought, morning an evening: and (the Sentence will be) on the Day that judgment will be established: Cast ye the People of Pharaoh into the severest Penalty!

1. en nâru : ateş
2. yu’radûne : arz olunurlar
3. aleyhâ : ona, onun üzerine
4. guduvven : sabah
5. ve aşiyyen : ve akşam
6. ve yevme : ve gün
7. tekûmu : ikame olur, vuku bulur
8. es sâatu : saat, vakit
9. edhılû : dahil edin, sokun
10. âle firavne : firavunun ailesi
11. eşedde el azâbi : azabın (en) şiddetlisi


AÇIKLAMA

“Ghafir kişi dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim.” Yani Firavun ailesinden olan mümin kişi, kavmine nasihat ederek şöyle dedi: Ey kavmim! Size söylediğim ve sizi çağırdığım şeyde bana uyun ki sizi doğru yola, hayır ve selâmet yoluna götüreyim ki bu, Musa’nın getir­diği Allah’ın dinine ittibadır.

Bu ifadede, Firavun ve ailesinin gittiği yolun azgınlık, dalâlet ve boz­gunculuk yolu olduğunun anlatımı da vardır.

Daha sonra o mümin kişi, kavmini, dünya nimetlerine aldanmaktan ve dünya süsüne kapılmaktan sakındırmış ve şöyle demiştir:

“Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fani bir eğlencedir. Ahiret ise ebe­dî olarak durulacak yerdir.” Yani ey kavmim! Bu dünya hayatı, kendisin­den az bir süre istifade edilen geçici bir eğlenceden başka bir şey değildir. Bir süre sonra zail olur ve ölümle biter. Ahiret ise ebedî kalma yeridir. Zira orası zevali olmayan daim ve baki bir hayatın yaşanacağı yerdir ve oradan başka bir dünyaya geçiş de yoktur. Orada insanlar ya nimetler, ya da ateş içindedir. Bunların dışında üçüncü bir şık yoktur. Şu halde mutlu kişi, ni­metlere ulaşmak için çalışan kimsedir. Çünkü ahiretteki nimetler daimîdir. Aynı şekilde orada azap da daimîdir.

Bu ayet, yakın bir gelecekte yok olacak ve zeval bulacak olan dünyanın özelliğini anlatmakta, daim ve baki olan ahiret hayatını müjdelemektedir.

Daha sonra Allah Tealâ, kulların nasıl birbirinden ayrıldığını ve ahirette amellere nasıl karşılık verileceğini açıklamakta ve rahmet yönünün, azap yönüne baskın olduğuna işaret ederek şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar cezalanır; ama erkek ve kadından her kim mümin olarak iyi amelde bulunursa, onlar cennete girer­ler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.” Yani kim bir masiyet olan iş­lerden birini işlerse, Allah’ın adaletinin bir tecellisi olarak ahirette ancak işlediği ma’siyetin misliyle kendisine ceza verilir. Kim de salih amel işlerse -ki salih amel, Allah’ın emrine uyup nehyinden kaçınmaktır- ve Allah’ı ve Rasulleri’ni tasdik ederse, başkaları değil, işte böyle kimseler cennet ehli­dir ve onlar cennetin nimetlerinden ve rızıklarından, herhangi bir ölçü ol­maksızın ve işledikleri amel ile ölçülmeksizin -Allah’tan bir fazl-u kerem, nimet ve rahmet olarak- kat kat istifade ederler.

Bu ayet, günahın cezasının sadece kendi miktarınca olacağının, iyili­ğin karşılığının ise hesaptan hariç olduğunun ve iyiliğin miktarınca olma­yacağının delilidir. Yine bu ayet, İslâm Hukuku’nda “cinayetler” başlığı al­tında ele alınan fiillerin hükümleri konusunda da büyük bir esası teşkil et­mektedir. Zira misliyle mukabelenin meşru ve misilden fazlasının gayri meşru olması, bu ayetin gereğidir. Yani nefisler ve mallar konusundaki ci­nayetler hakkında gerekli olan, ya -hububat gibi misi ile ölçülen hususlar­da- misi ile veya -ev eşyası, mal, inci ve mücevherat gibi kıyenıî olan (kıy­metle ölçülen) hususlarda- kıymet iledir.

Daha sonra sözkonusu mümin kişi, kavmini Allah’a davet etme işini daha bir tekitli olarak tekrarlamakta ve ortağı bulunmayan Allah’a imanı­nı açığa vurarak şöyle demektedir:

“Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde, siz beni ateşe çağırıyorsunuz?” Yani ey kavmim! Size ne oluyor? Bana haber verin! Ne oluyor ki, ben sizi, Allah Tealâ’ya iman, sadece ortağı olmayan Allah’a kul­luk ve Rabbinizin katından size gönderilen peygamberleri tasdik etmek su­retiyle ateşten kurtuluşa ve cennete girmeye çağırdığım halde, siz ise be­nim, şirk koşmamı ve putlara kulluk etmemi istiyor ve bu suretle beni, cehennemliklerin amellerini işlemeye çağırıyorsunuz?

Daha sonra bu kişi, her iki davet türünü şöyle açıklıyor: “Siz beni Allah’a nankörlük etmeye ve bilmediğim şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, bense sizi, O Aziz ve Gaffar olana çağırıyorum.” Yani siz beni gerçekten çok tehlikeli bir işe çağırıyorsunuz ki o, bilgisizce Allah’a karşı kâfir olmak, O’na, ilâhlığı konusunda hiçbir delil bulunma­yan şeyleri ortak koşmaktır. Bunların Allah’a ortak oldukları konusunda ben, kabul edilebilir herhangi bir bilgiye de sahip değilim. Bense sizi, izzet, kudret, hükümranlık, ilim, irade, bağışlama ve azap etme gücü gibi ilâhlık sıfatlarıyla muttasıf bir mabuda iman etmeye çağırıyorum. Şu halde O’na iman edin ki O sizi bağışlasın ve size izzet versin. Zira O, küfredenlerden intikam alma konusunda galip ve kuvvet sahibidir; kendisine iman edip, tevbe edenlerin günahını bağışlamadaki izzet ve büyüklüğünde ise Gaf­far’dır, çok bağışlayıcıdır.

Daha sonra bu kişi, onların çağrılarının çürütülmesi ve tuttukları yo­lun yanlışlığının ortaya konması konusunda söylediklerini tekit ederek şunları söylemektedir:

“Sizin beni çağırdığınız şeyin kesinlikle ne dünyada ne de ahirette da­vet olamaz.” Yani aklen ve vakıa olarak hak, sahih ve sabit olmuştur ki, si­zin beni çağırdığınız putlar, kendilerine dua edene ne dünyada, ne de ahi­rette cevap verebilir! Çünkü o putlar işitmeyen ve görmeyen, ne bir fayda, ne de bir zarar verebilen cansız varlıklardır. Nitekim diğer bazı ayetlerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe ka­dar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabi­lir? Oysa onlar bunların yalvardıklarından habersizdirler. İnsanlar Allah’ın huzurunda toplandıkları gün onlara düşman olurlar ve onların ken­dilerine tapmalarını tanımazlar.” (Ahkâf, 46/5-6), “Eğer onları çağırsanız, sizin çağırmanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gü­nü de sizin ortak koşmanızı inkâr ederler.” (Fâtır, 36/14).

“Bizim dönüşümüz Allah’adır. Aşırı gidenler, işte onlar ateş halkıdır.” Yani şurası kesin bir vakıadır ki, bizim dönüp gideceğimiz yer, ölüm ve ahiret yurdunda dirilişle Allah Tealâ’nın huzurudur. Orada her insan kendi amelinin karşılığını görecektir. Masiyetlerde aşırı gidenler ve çok isyan edenler, Allah’ın tayin ettiği sınırları aşanlar, şirke, putperestliğe ve küfre dalmış olanlar, işte onlar, ateşe gidecek ve aşırılıkları -Allah Tealâ’ya şirk koşmaları- sebebiyle orada ebedî kalacak olan ateş halkıdır.

Daha sonra bu kişi, geleceği düşündüren, güzel bir ifadeyle konuşma­sını tamamlamakta ve şöyle demektedir:

“Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kulları görür.” Yani yakında benim size hitaben söylediğim, nasihat, hatırlatma, açıklama, emir ve yasak ihti­va eden bu sözlerimin doğru olduğunu, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir vakitte bileceksiniz. Ne ki ahirette şiddetli azap sizi kuşatmış olacak. Ben, Allah’a tevekkül ediyor ve beni, sizinle ilişkimi kesmemden ve sizinle ara­mızda oluşan düşmanlıktan dolayı bana gelecek her türlü kötülükten koru­ması için Ondan yardım istiyorum. Zira Allah, kullarını hakkıyla görür, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Dolayısıyla hidayete müstehak olanları hidayete erdirir, saptırılmaya müstehak olanı da saptırır. Kuvvetli hüccet, hikmet ve hükmünü yürütecek kudret onundur. Mukatil şöyle demiştir: “Bu mümin kul, daha sonra kaçıp bir dağa sığındı, kavmi onu bir türlü öldüremedi.”

Daha sonra Allah Tealâ, bu ifadesi güzel cesur mümin kişinin sonunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden karada ve Firavun ailesini azabın en kötüsü kuşattı” Yani Allah onu dünyada, kendisini öldürmek için kurdukları tuzağın kötülüklerinden korudu ve onu –tıpkı Hz. Musa’yı koruduğu gibi- Firavun’un kötülüğünden kurtardı; ahirette de onu ateşten korudu ve cennette ona nimetler ihsan buyurdu. Firavun ve kavminin üzerine ise azabın en kötüsünü indirdi; onlar dünyada topluca suda boğuldular, ahirette de ateşte azap edilecekler.

Ardından Allah Tealâ, bu kötü azabı açıklamakta ve şöyle buyurmak­tadır:

“Onlar sabah akşam o ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, “Fi­ravun ailesini azabın en çetinine sokun.” denilecek.” Yani Firavun ve kav­minin ruhları, onlar öldükten sonra ve kıyamet gelmeden önce Berzah ale­minde kıyamet kopana kadar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet gü­nü geldiği zaman da onların ruhları ve bedenleri ateşte bir araya gelecek ve meleklere, “Firavun ailesini cehenneme sokun.” denecek ki, oradaki azap, daha fazla elem verici ve daha büyük bir ceza olacaktır.

Buhari, Müslim ve daha başkaları İbni Ömer (r.a.)’den şöyle rivayet etmişlerdir: “Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Biriniz öldüğü zaman, ahi­rette kalacağı yer kendisine sabah akşam arzedilir. Eğer o kimse cennetlik­lerden ise, cennetliklerden olduğunu bilecek., cehennemlik ise cehennemlik­lerden olduğunu bilecek ve kendisine, “Allah seni kıyamet günü diriltene kadar senin yerin burasıdır.” denecek.”

İbni Mesud (r.a.), Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir: “Firavun ailesinin ve onlar gibi olan kâfirlerin ruhları, sabah akşam ateşe arz edilir ve kendilerine, “İşte burası sizin meskeninizdir. denilir. Yine İbni Mesud (r.a.)’dan gelen bir diğer rivayette -ki az yukarıda da geçmişti-şöyle denmiştir: “Onların ruhları, siyah kuşların karınlarında, her gün -sabah akşam olmak üzere- iki kere cehenneme götürülürler. İşte onların cehenneme sunulması budur.”

Bu ayet ve zikrettiğimiz hadisler, kabirde Berzah azabının hak oldu­ğunun ispatı konusundaki temel dayanaklardır. Kabir azabı şüphe­siz bir hak ve gerçektir. Buhari, Hz. Aişe (r.a.)’nin şöyle dediğini rivayet et­miştir: “Rasulullah (s.a.)’a kabir azabını sordum. “Evet, kabir azabı haktır.” buyurdular.” Ne var ki bu ayette, bedenlerin de kabirde ruh ile birlikte azap göreceğine ve acı çekeceğine delâlet yoktur. Bu hususa ancak sünnet delâlet etmektedir; “Evet, kabir azabı haktır.” şeklinde biraz önce zikretiğimiz hadiste olduğu gibi. Aynı şekilde bu ayet, Berzah aleminde sadece kâ­firlerin azap göreceğine delâlet etmektedir. Bu, müminlerin de günahları sebebiyle kabirde azap görmelerini gerektirmez. Ancak bu husus, daha ön­ce zikrettiğimiz hadislerden anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, kabirdeki azap da türlü türlüdür. Buna İbni Ebî Hâtim’in ve  Bezzâr’ın İbni Mesud (r.a.)’dan rivayet ettiği şu hadis delâlet etmektedir:

“Müslüman olsun kâfir olsun, iyilik yapan hiçbir iyi kul yoktur ki Allah kendisine mükâfat vermemiş olsun.” Bizler, Yâ Rasulallah” dedik, “Allah’ın kâfire verdiği mükâfat nedir?” Şöyle buyurdu: “Eğer kâfir, yakınla­rıyla irtibat halinde bulunmuş (sıla-i rahim yapmış), sadaka vermiş yahut güzel bir amel işlemişse Allah ona mal, evlât, sıhhat ve benzeri mükâfatlar verir.” Bizler, “Kâfirin ahiretteki mükâfatı nedir?” diye sorduk, “Azaptan daha hafif bir azap (daha az azap)” buyurdu ve “Firavun ailesini azabın en çetinine sokun.” ayetini okudu