35

٣٥

فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ اُولُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْ كَاَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا اِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ

(35) fasbir kema sabera ulul azmi miner rusüli ve la testa’cil lehüm keennehüm yevme yeravne ma yuadune lem yelbesu illa saatem min nehar belağ fe hel yühlekü illel kavmül fasikun
Artık sabret resullerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi onlar hakkında acele etme sanki onlar vaat olundukları azabı görecekleri gün durmamış gibi olacaklar günün bir saatinden başka bir tebliğdir hiç helak edilir mi? fasık bir kavminden başkası

(35) Therefore patiently persevere, as did (all) messengers of inflexible purpose and be in no haste about the (Unbelievers). On the Day that they see the (Punishment) promised them, (it will be) as if they had not tarried more than an hour in a single day. (Thine but) to proclaim the Message: but shall any be destroyed except those who transgress?

1. fasbir : sabret
2. kemâ : gibi
3. sabere : sabrettiler
4. ulûl azmi : azîm sahipleri
5. min er rusul : resûllerden
6. ve lâ testa’cil : ve acelecilik gösterme
7. lehum : onlar için
8. ke ennehum : gibidir muhakkak ki onlar
9. yevme : o gün
10. yerevne : gördükleri
11. : şey
12. yûadûne : vaadetti
13. lem yelbesû : kalmamışlar, ikamet etmemişler
14. illâ : ancak, sadece
15. sâaten : bir saat
16. min nehârin : gündüzden
17. belâgun : bir tebliğdir
18. fe hel yuhleku : artık helâk edilir mi, yıkıma uğratılır mı
19. illa el kavmu : kavimden başkası
20. el fâsikûne : fasık

فَاصْبِرْ artık sen sabretكَمَا gibiصَبَرَ sabrettikleriأُوْلُوا sahiplerininالْعَزْمِ azimمِنْ الرُّسُلِ rasullerdenوَلَا تَسْتَعْجِلْ de acele etmeلَهُمْ onlar içinكَأَنَّهُمْ يَوْمَ günيَرَوْنَ onlar gördükleriمَا يُوعَدُونَ tehdit edildikleri şeyiلَمْ يَلْبَثُوا sanki yaşamışlardırإِلَّا yalnızcaسَاعَةً bir saati kadarمِنْ نَهَارٍ gündüzünبَلَاغٌ bir tebliğdirفَهَلْ artık mi kiيُهْلَكُ helak edilirإِلَّا başkasıالْقَوْمُ topluluğundanالْفَاسِقُونَ fasıklar


SEBEB-İ NÜZUL
Mukâtil’in zikrettiğine göre bu âyet-i kerime Hz. Peygamber (sa)’e, o Uhud’da iken nazil olmuştur.


AÇIKLAMA

“Gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O her şeye kadirdir.” Yani kıyamet gününde ba’si (öldükten sonra dirilmeyi) inkâr eden ve hayatın bedenlere tekrar dönmesini uzak gören bu inkarcılar; gök­leri ve yeri başlangıçta yaratan, bundan aciz olmayan ve bunları yarat­maktan dolayı da zaafa düşmeyen ve bunlara “olun, meydana gelin” deyin­ce de, meydana gelmesini sağlayan Allah’ın, ölüleri kabirlerinden tekrar diriltmeye kadir olduğunu görmediler mi? Nitekim Allah Tealâ bir başka ayette şöyle demiştir: “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların ya­ratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Mümin, 40/57).

Cevabın çok açık olduğu bilinmekle beraber yine de yüce Allah buna; “Evet o, bütün bunlara kadirdir. O, yaratmayı dilediği her şeye kadirdir. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu aciz bırakamaz.” şeklinde cevap vermiştir.

Yüce Allah ba’si ispat ettikten sonra kıyamet gününde kâfirlerin bazı hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur:

“inkâr edenlere, ateşe sunulacakları gün: Nasıl, bu gerçek değil miy­miş? denildiğinde: Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş, derler.” Yani ey Rasul! Kavmine şunu hatırlat! Allah’ı inkâr edenler cehennem ateşi içeri­sinde azap görecekleri ve onları, ayıplayıp kınamak için “Başınıza gelen bu azap şüphesiz gerçek bir hadise değil midir?” denileceği gün, onlar, “Rabbi­mize andolsun ki bu bir gerçekmiş.” diye itirafta bulunacaklar ama, bu iti­rafın faydası olmayacaktır. Çünkü onların itiraftan başka yapacakları bir şey yoktur.

“Allah: Öyleyse inkâr etmenizden dolayı azabı tadın, der.” Yani Allah Tealâ onların zilletini gösterip, kınayarak dünyada Allah’ı inkâr etmeniz sebebiyle cehennem azabını tadınız! diyecektir.

Yüce Allah, tevhit, nübüvvet ve ba’si (öldükten sonra dirilmeyi) ispat edip, müşriklerin şüplerine gerekli cevabı verdikten sonra Rasulüne şöyle diyerek, kavminin yalanlamasına karşılık sabretmesini emretmiştir:

“O halde (Rasulüm), peygamberlerden azim sahibi olanların (ulu’l-azim peygamberlerin) sabrettiği gibi sen de sabret, onlar hakkında acele et­me.” Ya Muhammed! Ulu’l-azm (azim sahibi) peygamberler, kavimlerinin yalanlamasına karşı sabrettikleri gibi, sen de kavminin yalanlamasına karşı sabret. Çünkü sen de o azim sahibi peygamberlerdensin. Bunlar şeri­at sahibi peygamberler olup; Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)’dir. O kâfirler için azabı acele isteme. Çünkü o azap onlara mutlaka gelecektir.

İbni Ebi Hatim ve Deylemi’nin Mesruk’tan rivayet ettiklerine göre Mesruk şöyle demiştir; Bana Aişe (r.a.) anlattı: Allah Rasulü (s.a.) gün bo­yu oruç tuttu, sonra gece de birşey yiyip içmedi, ertesi gün de bu aynen böyle devam etti, sonra şöyle dedi: “Aişe! Dünya Muhammed’e de, Muham­med’in ehli beytine de uygun değildir. Aişe! Şüphesiz Allah Tealâ azim sa­hibi (ulu’l-azm) peygamberlerden ancak şuna razı olmuştur: Dünyada sevilmeyen, nahoş olaylara sabretmek, sevilen, hoş olan şeylere de dayanmak. Benden de, ancak onları mükellef tuttuğu şeylerle yükümlü tutarak razı ol­muştur. Bu sebeple şöyle buyurmuştur: “O halde (Rasulüm) peygamberler­den azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.” Allah’a yemin edi­yorum ki, onlar sabrettiği gibi bütün gayretimle ben de sabredeceğim. Güç, kuvvet ancak Allah’ın yaratmasıyladır.”

“Onlar hakkında acele etme.” ayetinin benzerleri şunlardır: “Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver.” (Müzemmil, 73/11), “Kâfirlere mühlet ver; onları biraz kendi hallerine bırak.” (Tarık, 86/17).

“Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç!” Kâfirler, büyük korku­ları görecekleri için; Allah’ın, kendilerini tehdit ettiği azabı müşahede edince, sanki dünyada sadece bir saat kaldıklarını düşüneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “(Allah, inkarcılara) yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye sorar. Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayan­lara sor, derler.” (Müminun, 23/112-113), bir başka ayette yüce Allah “Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuş­luk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (Naziat, 79/46) buyurmaktadır.

Allah’ın ve Peygamber (s.a.)’in insanlara öğüt verdiği bu Kur’an, kâfir­lerin mazeretlerini ortadan kaldıracak yeterli bir tebliğdir. Yüce Allah şöy­le buyurmuştur: “İşte bu (Kur’an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsın­lar diye insanlara (gönderilmiş) bir tebliğdir.” (İbrahim, 14/52). Bir başka ayette yüce Allah “İşte bunda (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesaj vardır.” (Enbiya, 21/106).

Allah’ın azabıyla ancak, itaattan uzaklaşan ve Allah’a isyana dalan topluluklar helak olur. Allah nezdinde ancak Allah’a şirk koşan müşrikler helak edilecektir. Bu, Allah’ın adaletidir, müstehâk olmayana azap etmez. İşte bu da ümit konusunda en kuvvetli ayettir.