77

٧٧

اِنَّ الَّذينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَليلًا اُولءِكَ لَاخَلَاقَ لَهُمْ فِى الْاخِرَةِ وَلَايُكَلِّمُهُمُ اللّهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ وَلَا يُزَكّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ

(77) innellezine yeşterune bi ahdillahi ve eymanihim semenen kalilen ülaike la halak lehüm fil ahirati ve la yükellimühümüllahü ve la yenzuru ileyhim yevmel kiyameti ve la yüzekkihim ve lehüm azabün elim

muhakkak o kimseler Allah’ın ahdini satanlar ve kendi yeminlerini az bir menfaate işte hiçbir nasipleri yoktur onların ahirette Allah onlarla konuşmayacak ve onlara bakmayacak kıyamet günü ve onları temize çıkarmayacak onlar için elim bir azap (vardır)

(77) As for those who sell the Faith they own to Allah and their own plighted word for a small price, they shall have no portion in the Hereafter: nor will Allah (deign to) speak to them or look at them on the day of judgment, nor will he cleanse them (of sin): they shall have a grievous penalty.

1. inne ellezîne : muhakkak ki onlar
2. yeşterûne : satarlar
3. bi ahdi allâhi : Allah’ın ahdini
4. ve eymâni-him : ve yeminlerini
5. semenen kalîlen : az bir değer
6. ulâike : işte onlar
7. lâ halaka : nasip yoktur
8. lehum : onlar için
9. fî el âhırati : ahirette
10. ve lâ yukellimu-hum : ve onlarla konuşmayacak,
11. allâhu : Allah
12. ve lâ yenzuru : ve nazar etmeyecek, bakmayacak
13. ileyhim : onlara
14. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
15. ve lâ yuzekkî-him : ve onları temize çıkarmayacak
16. ve lehum : ve onlar için
17. azâbun elîmun : elim azap, acı azap


SEBEB-İ NÜZUL

Allah’a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel olarak az bir bahayı satın alanlar yok mu, işte onlar; onlar için âhir ette hiçbir nasib yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz ve onları temize çı­karmaz. Onlar için elim bir azâb vardır.

Ebu’Bekr ibn Ebî Şeybe kanalıyla Abdullah ibn Ömer’den rivayete göre Allah’ın Rasûlü (sa): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını kendine geçir­mek için yalan yere yemin ederse Allah’a, Allah ona gazablı olduğu halde ka­vuşur.” buyurmuş. İbn Ömer bu hadis-i şerifi rivayet ederken içeri Eş’as ibn Kays girmiş ve: “Ebu Abdurrahman (yani İbn Ömer) size ne rivayet etti?” diye sormuş. Oradakiler de “Şöyle şöyle rivayet etti.” demişler. Eş’as: Ebu Abdurrahman doğru söylemiş. Benim hakkımda nazil oldu. Bir adamla aramda Yemen’deki bir arazi yüzünden anlaşmazlık vardı. Onu da alıp Hz. Peygam­ber’e gittim ve onun hükmüne müracaat ettim. Allah’ın Rasûlü (sa): “Bu arazi­nin sana ait olduğuna dair elinde beyyine (delil) var mı?” diye sordu. Ben: “Ha­yır, yok.” dedim. “O halde onun yemini” buyurdular. Ben: “O halde yemin e-der.” dedim de Allah’ın Rasûlü (sa): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını kendine geçirmek için yalan yere yemin ederse Allah’a, Allah ona gazablı oldu­ğu halde kavuşur.” buyurdu ve hemen akabinde “Allah’a olan ahidlerine ve ye­minlerine bedel olarak az bir bahayı satın alanlar yok mu…” âyet-i kerimesi na­zil oldu.  Başka bir rivayette tartışmalı olan yer bir arazi değil kuyu olarak geçmektedir.

Ebu Davud et-Tayâlisî’nin kendi isnadıyla Ebu Vâil’den rivayetinde o şöy­le anlatıyor: Abdullah ibn Mes’ûd: “Kardeşinin malından kendine bir pay edin­mek (kardeşinin malını haksız yere kendine geçirmek) için her kim yalan yere yemin ederse Allah’a, Allah ona öfkeli olduğu halde kavuşur.” demişti. Sonra da el-Eş’as ibn Kays bizim yanımıza geldi ve: “Ebu Abdurrahman size ne de­di?” diye sordu; İbn Mes’ûd’un sözlerini ona aktardık. O: “Doğru söylemiş, “Allah’a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel olarak az bir bahayı satın alanlar yok mu, işte onlar; onlar için âhirette hiçbir nasib yoktur.” âyeti benim hakkım­da nazil oldu. Bir kuyu hakkında bir adamla anlaşmazlığa düştüm de Rasûlullâh sa’a gittik. Efendimiz bana: “Ya kuyunun sana ait olduğuna dair bir beyyine (de­lil) getirirsin ya da hasmına yemin teklif edeceğim.” buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Rasûİü, (ne olacak, onun için zor değil ki yalan yere) yemin ediverir (de benim malıma sahip olur)” dedim. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu. Buhârî’deki rivayette el-Eş’as’ın hak iddia ettiği kuyunun amca oğullarından birinin arazi­sinde olduğu kaydı vardır.

Buharı’de, Tirmizi de ve Taberî’nin tefsirinde Abdullah ibn Mes’ûd’dan rivayetle tahric olunan haberde ise el-Eş’as ibn Kays’ın hasmı bir yahudi olarak geçmektedir.

Bu konudaki İbn Cureyc hadisi biraz daha ayrıntılı, şöyle ki: Eş’as ibn Kays bir adamla, aslında o adama ait olup da cahiliye devrinde o adamı destek­leme şartıyla aldığı ve elinde tutmaya devam ettiği bir arazi konusunda anlaş­mazlığa düşerek Hz. Peygamber (sa)’e geldiler. Hz. Peygamber (sa) adama: “Bu arazinin sana ait olduğuna dair elinde bir delilin var mı?” diye sordu. Adam: Bu arazinin benim olduğuna dair Eş’as aleyhinde bana şahitlik edecek kimse yok.” dedi. Allah’ın Rasûlü (sa): “O halde Eş’as’ın yemini.” buyurdu. Eş’as yemin etmek üzere kalkınca Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi de Eş’as seminden geri durdu ve: “Allah’ı ve sizi şahid tutuyorum ki hasmım doğru söy­lüyor.” dedi, araziyi sahibine iade etti, hattâ onun hakkından üzerinde bir şey kalır korkusuyla kendi arazisinden de bir miktarını ona verdi ve bu arazi ondan sonra da mirasçılarının oldu;

Daha önce Bakara, 2/188 âyetinin nüzul sebebi olarak verilen Mukatil ibn Hayyân rivayeti bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak verilen hadise ile aynı olup sadece şahıs isimleri değişiktir Mukatil ibn Hayyân şöyle anlatıyor: Bu âyet İmruu’1-Kays ibn Abis el-Kindî (Kinde’den Efendimize gelen hey’et içinde imiş, kinde’den olup da irtidad etmiyenlerden imiş) ve Abdan ibnu’1-Eşva’ el-Hadramî hakkında nazil oldu. Bir arazi konusunda anlaşmazlığa düşüp Abdan şikâyetçi, İmruu’1-Kays davalı olarak Hz. Peygamber (sa)’in hakemliğine başvurdular Hadramî: “Ey Allah’ın elçisi, bu adam babamdan bana intikal eden bir arazime el koydu.” dedi. Kindî: “Orası benim elimdeki arazimdir, Ben orayı ekip biçiyorum ve onun hiçbir hakkı yoktur.” dedi. Allah’ın Rasûlü (sa): Hadramî’ye: Bu arazinin sana ait olduğuna dair ya bir delil getirirsin ya da has­mına yemin teklif edeceğim.” buyurur. Hadramî: “Ey Allah’ın elçisi, yalan yere yemin eder ve arazimi alır gider.” deyince Efendimiz önce: “Madem delilin yok, senin için onun yemininden başka yol yok.” buyurdu, sonra da: “Her kim mü’min kardeşinin malından bir kısmının üzerine oturmak için yalan yere ye­min ederse Allah’a, Allah ona öfkeli halde kavuşur.” buyurdu. İmruu’1-Kays: “Ey Allah’ın elçisi, hak kendinin olduğunu bile bile hakkını karşısındakine bı­rakana ne var?” diye sordu, Efendimiz: “Cennet.” buyurdular da İmruuİ-Kays:

“Seni şâhid tutuyorum ki ben o araziyi ona bıraktım.” diyerek davadan vazgeçti. Allah Tealâ da bu âyeti indirdi.  Müslim’in tahric ettiği hadiste bu âyetin nüzulü zikredilmeksizin hadise anlatılır ve Ab­dan’in ismi Rabîa ibn İbdân veya İydân olarak verilir.

Müslim rivayetinde bu âyet-i kerimenin nüzulüne sebep olduğu kaydı ol­maması yanında bu eksikliği Taberî rivayeti tamamlamaktadır. Şöyle ki: Taberî’de Raca ibn Hayve ve Urs ibn Adiyy’in birlikte Urs’un babası Adiyy ibn Umeyr’den rivayet ettikleri bir hadis şöyledir: İmruu’1-Kays ile Hadramevtli bir adam arasında bir anlaşmazlık olmuş da Hz. Peygamber (sa)’e gelmişlerdi. Hz. Peygamber (sa) Hadramevtliye: “Ya delil getirirsin ya da hasmının yemini.” buyurunca Hadramevtli: “Ey Allah’ın elçisi, yemin ederse arazimi alır götürür.” dedi. Efendimiz: “Her kim kardeşinin bir malını kendine geçirmek için yalan yere yemin ederse Allah’a, Allah ona öfkeli olduğu halde kavuşur.” buyurdu. İmruu’1-Kays: “Ey Allah’ın elçisi, hak kendisinin olduğunu bile bile hakkından vazgeçene ne var?” diye sordu, Efendimiz (sa)’in: “Cennet var.” deyince İmruu’1-Kays: “Seni şâhid tutuyorum ki ben hakkımdan vazgeçiyorum.” dedi. Cerîr der ki: Bu hadisi Adiyy’den işittiğimizde Eyyûb es-Sahtiyânî ile beraber­dim. Eyyûb: Adiyy, Urs ibn Umeyre hadisinde dedi ki: Bunun üzerine sonuna kadar olmak üzere “Allah’a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel olarak az bir bahayı satın alanlar yok mu…” âyet-i kerimesi nazil oldu.  Burada iki ihtimal var: Herhalde bu âyet-i kerimenin nüzulünden mukad­dem bu iki hadise de meydana geldi ve herbiri için ayrı âyetler nazil oldu, ya da isimlerdeki ihtilâfa rağmen el-Eş’as ibn Kays hadisesi ile Hadramî hadisesi ay­nıdır ve iki âyet de bu hadise üzerine nazil olmuştur.

Bu âyetin nüzul sebebinin bir alış-verişte yalan yere yemin etme hadisesi de olduğu da rivayet edilmektedir. Şöyle ki: Muhammed ibnu’t-Musennâ kana­lıyla Amir’den rivayete göre bir adam günün başlangıcında bir malı satmak üze­re pazara çıkarmış, akşama kadar malı satamamış. Akşama doğru bir müşteri gelmiş ve malı almak üzere pazarlığa girişmiş. Satıcı “sabahleyin bu malı filân filân fiyata satmadığına, akşam olmasaymış o fiyata asla satmıyacağına” dair yemin etmiş de Allah Tealâ bunun üzerine bu âyet-i kerimeyi indirmiş.

İkrime’den rivayete göre bu âyet ile “Allah’ın indirdiği kitabdan bir şeyi gizleyip de onunla az bir bahayı satın alanlar yok mu? Onlar, karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlaradır azâb-ı elîm.” (Bakara, 2/174) âyetinin nüzul se­bebi aynıdır ve ikisi de yahudiler hakkında nazil olmuştur.  Vahidî’nin Esbâbu’n-Nuzûl’ünde zikrettiği iki rivayet de bu görüşü des­teklemektedir. Şöyle ki:

Kelbî anlatıyor: Yahudi âlimlerinden bir grup bir kıtlık senesi sıkıntıya dü­şüp Medine’de oturan Ka’b ibnu’l-Eşref e geldiler. Ka’b onlara sordu: “Bu a-damm kitabınızda Allah’ın elçisi olduğunu bilmiyor musunuz?” Onlar: “Evet sen bilmiyor musun?” dediler. Ka’b: “Hayır.” dedi. “Biz şehadet ediyoruz ki o Allah’ın kulu ve elçisidir.” dediler. Ka’b: “Allah sizi bir çok hayırdan mahrum etmiştir. Siz, size bir şeyler vermem ve ailenizi giydirmem için bana geldiniz. Allah sizi de ailenizi de mahrum kıldı..” dedi. “Kafamız karıştı, dur, biraz yavaş ol, ona bir gidelim, bakalım, bir de gözlerimizle görelim.” deyip döndüler, elle­rindeki kitaptaki Hz. Muhammed’in vasıflarını değiştirerek başka sıfatlar yazdı­lar, sonra Hz. Peygamber (sa)’e geldiler, onunla konuştular, ona sorular sordu­lar, sonra da tekrar Ka’b’a dönerek: “Biz onu Allah’ın elçisi sanıyorduk. Yanına varınca bir de gördük ki bize kitabımızda nitelenerek geleceği müjdelenen pey­gamber o değilmiş; onun niteliklerini kitabımızda haber verilen peygamberin niteliklerinden farklı bulduk.” deyip yanlarında bulunan biraz önce yazdıkları niteliklerin bulunduğu kitabı (Tevrati) çıkardılar. Ka’b kitaba baktı, ferahladı ve onlara mal vererek infakta bulundu. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

İkrime de der ki: Bu âyet-i kerime Ebu Râfi\ Lubâbe (veya Kinâne) ibn Ebi’l-Hukayk, Huyey ibn Ahtab, Ka’b ibnu’l-Eşref ve sair yahudi reisleri hak­kında nâzİİ olmuştur. Hz. Muhammed hakkında Allah’ın onların kitabında yahudilerden aldığı ahdi gizlediler, değiştirdiler ve elleriyle başkasını yazdılar, sonra da onlara tâbi olanlardan daha önce kendilerine gelmekte olan mallar, yi­yecekler, rüşvetler ellerinden gitmesin diye bu yazdıklarının Allah katından ol­duğuna yemin ettiler. Bu, Hasen-i Basrî’nin de kavlidir. Bu âyet-i kerimenin yahudiler hakkında nazil olduğunu bunu takip eden âyet-i ke­rimede: “(Kitab ehlinden) Öyle bir güruh var ki dillerini kitaba doğru eğip bü­kerler. Siz onu kitabdan sanasınız diye. Halbuki o kitabdan değildir…” ifadele­rinin açık bir şekilde yahudileri anlatmasından da anlayabiliriz.


AÇIKLAMA

Kitap Ehli’nin niteliklerini belirtmekte Kur’an gayet adil hüküm getirmiş­tir. Aralarından bir kesim, kendilerine emanet olarak verilen mal az olsun, çok olsun emanetlere hainlik etmeyen güvenilir kimselerdir; Abdullah b. Selâm gi­bi. Kureyşli birisi ona 1200 ukiyye altın emanet etmiş o da o miktarı aynen ge­ri ödemişti. Yine sözünde durmakla ün kazanmış Yahudi Samuel b. Adiya da böyledir.

Onlardan bir diğer kesim ise az dahi olsa emanete hainlik eder ve sürekli istemedikçe ve tahsil etmek için çalışmadıkça veya mahkemeye baş vurup on­lara karşı delil getirmedikçe, o emaneti geri almaya imkân olmaz. Ka’b b. Eş­ref ve Finhâs b. Azura gibi. Kureyşli bir kimse buna bir dinar emanet vermiş, fakat o da bu dinarı inkâr edip hainlik etmiştir.

Yahudilerden bu kesimi böyle bir hainliğe iten ise Tevrat’ın kendilerine ümmîlerin yani Arapların mallarını yemeyi helâl kıldığını iddia etmeleridir. Onlar, “Arapların hatta Yahudilerin dışında kalan herkesin malını yemekte bi­zim için bir vebal ve günah yoktur” derler. Çünkü kendileri onlara göre Allah’ın seçkin kavmidirler. Başkalarından daha üstün ve yücedirler. Onların dışında kalanların ise Allah nezdinde saygı duyulması gereken bir hakları yok­tur. Başkaları Allah tarafından buğzedilen kimselerdir. Allah onları hakir gö­rür, böylelerinin herhangi bir hakkı ve saygı duyulması gereken herhangi bir hukuku yoktur. Rivayet edildiğine göre İsrailoğullan putperest oldukları için Arapların mallarının helâl olduğuna inanıyorlardı. Fakat İslâm gelip, Araplar­dan İslâm’a girenler de olunca yine Yahudiler onlar hakkında aynı inancı sür­dürmeye başladılar. İşte bu kanaati yasaklamak üzere bu ayet-i kerime nazil olmuştur.

Mümin ile kâfir arasında hakların ödenmesi hususunda fark gözetmeyen Allah’ın şeriatında böyle bir şey elbette ki reddedilir. Fakat onlar kelimelerin yerlerini değiştirerek nasları kendi nevalarına uygun olarak tevil edip yorum­layan Yahudilerdir. Yine bunun misallerinden bir tanesi de İbni Cerir et-Taberî tarafından şöylece rivayet edilmektdir: Bir grup Müslüman cahiliye döneminde Yahudilere bazı malları satmışlardı. İslâm’a girdikten sonra bu malların bede­lini kendilerine ödemelerini istediler. Ancak Yahudiler, “Size vermemiz gereken bir emanetiniz ve size ödememiz gereken bir hakkınız bizde yoktur. Çünkü siz­ler daha önce bağlı olduğunuz dininizi terk etmiş bulunuyorsunuz” dediler. Ay­rıca böyle bir uygulama yapma hakkına sahip olduklarına dair ifadenin kitap­larında da yer aldığını iddia ettiler.

Herhangi bir şeriata uyan herkes Yahudilerin bu yaptıklarından sakınma­lıdır. Abdurrezzak ve Ebu İshak’ın rivayetine göre adamın birisi İbni Abbas’a şöyle demiş: Bizler gazada zimmet ehline ait tavuk, koyun gibi bazı malları alı­yoruz. İbni Abbas, “Siz ne diyorsunuz?” deyince onlar, “Bizce bu konuda bizim için bir mahzur yoktur, diyoruz” dediler. İbni Abbas şöyle dedi: İşte bu, “Ümmî-ler hakkında aleyhimize yol yoktur” diyen Kitap Ehli’nin sözünü andırmakta­dır. Zimmîler cizyeyi ödedikleri takdirde, onların malları gönül hoşluğu ile ol­madıkça size helâl olmaz.

İbni Ebî Hatim ve İbnül-Münzir de Said b. Cübeyr’den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Kitap Ehli “Ümmüer hakkında aleyhimize bir yol yoktur” de­yince Allah’ın peygamberi de şöyle buyurdu: “Allah’ın düşmanları yalan söyle­miştir. Cahiliye döneminde olan her ne varsa onun hepsini işte bu iki ayağımın altına alıyorum. Emanet bundan müstesnadır. Emanet iyi olana da kötü olana da tastamam verilecektir.” İşte bu, onların iddialarını reddetmektedir.

Yüce Allah da aynı şekilde bunu, Kitaplarında yer aldığını bildikleri hal­de, Allah’a yalan söylediklerini belirterek reddetmektedir. Onlar bu konuda açıktan yalan söylediklerini de bilmektedirler. Çünkü Tevrat’ta “ümmîlere ha­inlik etmek” şeklinde zalimce bir hüküm yoktur.

Bunun ile ilgili Tevrat’ta yer alan hüküm tam aksidir. Tevrat ahitlere bağlı kalmayı farz kılmakta, emanetleri tastamam ödemeyi emretmektedir. Allah onlara der ki: Durum onların dediği gibi değildir. Ümmîler hakkında onlar ya­lan söyledikleri, Arapların mallarını helâl kabul ettikleri için onlara azap söz konusudur. Her kim belli bir vadeye kadar borç alsa yahut vadeli olarak bir şey satın alsa veya kendisine bir şey emanet verilecek olsa, bunu aynen yerine ge­tirmeli ve zamanı gelince hak sahibine hakkını tastamam ödemelidir. Böyle davranması hak sahibinin ısrarla talebine yahut da hakime baş vurmasına ge­rek olmaksızın, farzdır. İşte bu şekilde Allah’a verdiği sözü eksiksiz olarak ye­rine getiren ve hainlik yapmak hususunda Allah’tan korkan herkesi Allah se­ver ve ondan razı olur. Çünkü Allah kitaplarında insanlara ahitlerine ve akitle­rine tastamam bağlı kalmayı, doğruluktan ayrılmamayı emretmiştir.

Ahit yalnızca akitlere ve verilen sözlere bağlı kalıp onları yerine getirmek­ten, emanetleri eda etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde Yüce Allah’a verilen ahdi de kapsamaktadır. Bu ise müminin yerine getirmeyi üstlendiği sert yü­kümlülükler, emirler ve vazifelerdir. Şayet Yahudiler verdikleri sözleri yerine getirecek olurlarsa Muhammed (s.a.)’e de iman ederler. Eğer insaf ederlerse hiç bir zaman Yahudiye verilen söz ile başkasına verilen söz arasında fark gözet­mezler.

Daha sonra Yüce Allah ahde vefasızlık eden, Allah’ın indirdiklerini gizle­yen, hakkı batılla değiştiren, Allah’ın sözünü, emirlerini değersiz bedellere, azıcık karşılıklara satanların cezasını beyan etmektedir. Bunların aldıkları başkanlık, rüşvet ve buna benzer dünya metaldir. Böyle bir tutumun cezası ise ahiret nimetlerini kaybetmek, Allah’ın gazap ve kızgınlığını üzerine çekmek, O’nun övgüsüne mazhar olmamak, O’nun tarafından yapılacak ihsan ve rah­metten mahrum kalmak, durumları hakir görülmektir. Ayrıca onlar için cehen­nem ateşinde çetin ve can yakıcı bir azap da vardır.

Yüce Allah bütün bunları mecaz yollu ifadelerle dile getirmiştir. Ahdi boz­mayı ve bunun karşılığında bir şeyler almayı, satın alma ve bedelli değiştirme gibi ifade etmiştir. Ancak bu son derece zararlı bir alışveriştir. Çünkü alınan karşılık veya bedel ne kadar çok olursa olsun, eğer günahın, suçun büyüklüğü ve ahirette karşılaşılacak cezanın şiddeti ile ölçülecek olursa, hakikatte pek az­dır.