١٢٩
قَالُوا اُوذينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَاْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِءْتَنَا قَالَ عَسى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِى الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
(129) kalu uzina min kabli en te’tiyena ve mim ba’di ma ci’tena kale asa rabbüküm ey yühlike adüvveküm ve yestahlifeküm fil erdi fe yenzura keyfe ta’melun
dediler eziyet gördük sen bize gelmeden önce bize geldikten sonra da dedi ki umulur ki Rabbimiz sizin düşmanlarınızı helak eder sizleri arzın halifeleri yapar sonra sizin neler yapacağınıza bakar
(129) They said: we have had (nothing but) trouble, both before and after thou comest to us. He said: it may be that your Lord will destroy your enemy and make you inheritors in the earth that so He may try you by your deeds.
1. | kâlû | : dediler |
2. | ûzînâ | : bize eziyet edildi |
3. | min kabli | : …den önce |
4. | en te’tiye-nâ | : senin bize gelmen |
5. | ve min ba’di | : ve …den sonra |
6. | mâ ci’te-nâ | : bize getirdiğin şey |
7. | kâle | : dedi |
8. | asâ | : umulur ki, belki |
9. | rabbu-kum | : Rabbiniz |
10. | en yuhlike | : helâk etmesi |
11. | aduvve-kum | : düşmanlarınızı |
12. | ve yestahlife-kum | : ve sizi halife tayin edecek, yerine geçirecek |
13. | fî el ardı | : yeryüzünde |
14. | fe yanzure | : böylece bakar |
15. | keyfe | : nasıl |
16. | ta’melûne | : amel ediyorsunuz, yapıyorsunuz |
قَالُوا dediler kiأُوذِينَا eziyete uğratıldıkمِنْ قَبْلِ önce deأَنْ تَأْتِيَنَا sen bize gelmedenوَمِنْ بَعْدِ sonra daمَا جِئْتَنَا geldiktenقَالَ dedi kiعَسَى umulur kiرَبُّكُمْ Rabbinizأَنْ يُهْلِكَ helak ederعَدُوَّكُمْ düşmanınızıوَيَسْتَخْلِفَكُمْ ve sizi halifeler kılarفِي الْأَرْضِ yeryüzündeفَيَنظُرَ böylece bakacaktırكَيْفَ nasılتَعْمَلُونَ davranacağınıza
AÇIKLAMA
Bu bölüm, Musa (a.s.)’ın Firavunla olan kıssasının yedinci bölümüdür. Burada Cenab-ı Hak, sihirbazların Musa (a.s.)’a iman edip büyük bir halk topluluğu önünde onun safına katılmalarından sonra Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin Musa (a.s.)’a ve ona tabi olanlara karşı içlerinde gizledikleri eza ve düşmanlığı haber veriyor.
Mana şöyle olur: Firavun kavminin ileri gelenleri, Firavun’a şöyle dediler: Musa ve kavmini, senin halkını ifsad etsinler, dinlerine yahut kendi idarelerine soksunlar, senin dışında bir Rabbe ibadete çağırsınlar, seni ilâhlarınla birlikte bıraksınlar, sana ve o putlara tapmasınlar diye mi serbest bırakacaksın?!
Eski Mısır’da, Mısırlıların birçok ilahlara taptıkları bilinmektedir. Onların biri de güneş ilâhıydı ve ona “Ra” derlerdi. Onlara göre Firavun da o güneşin oğluydu.
Hasan el-Basrî şöye demiştir: Firavun putlara tapıyordu. Böylece o hem tapan, hem de tapılandı. Teymî ise şöyle demiştir: Firavun, boynuna taktığı bir şeye tapıyordu. Firavun, kavminin ileri gelenlerine şu cevabı verdi: Daha önce de yaptığımız gibi, İsrailoğullarının doğan erkek çocuklarını öldürtür, kadınlarını hayatta bırakırız. Böylece çoğalamazlar ve yok olur giderler. Biz onlardan üstünüz. Bize eziyet edemezler, topraklarımızda fesatlık çıkaramazlar, hükmümüzden dışarı çıkamazlar.
Başka bir zaman da Firavun Musa (a.s.)’ı öldürmek istedi. Nitekim şu ayet-i celilede, bu ifade olunur: “Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. O da Rabbini çağırsın. Çünkü onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzüne fesat çıkartmasından korkuyorum” (Mümin, 40/26).
Firavun: “Onların doğan erkek çocuklarını öldürtürüz” dediği zaman, bunu duyan yahudiler korktular ve rahatsız oldular. Bunun üzerine Musa (a.s.) onları sakinleştirerek nasihat edip şöyle dedi: Sadece Allah’tan yardım isteyin. O’ndan yardım ve destek dileyin. Sabredin, üzülmeyin. Sadece Allah, musibetlere karşı yardım eder. Sabır, müminin silahı ve ferahın anahtarıdır. Bilin ki yeryüzü Allah’ındır, O’na kullarından istediklerini vâris kılar. Bu, onlara zafer vaadidir. Yeryüzünün onların olacağını haber vermedir.
‘Yeryüzü” kelimesiyle, bildiğimiz dünya kasdolunduğu gibi, özel olarak Mısır da kasdolunur. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: “Ve diyecekler ki: “Bize olan va’dini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize miras veren Allah’a hamd olsun” (Zümer, 39/74). Sonra Musa (a.s.) onlara güzel ve hayırlı sonucu müjdelemiş ve şöyle demiştir: Bilin ki, iyi ve güzel akıbet, Allah’tan korkanlarındır. Zafer -Firavun ve kavminin sandığı gibi değil- ancak müminlerindir.
Sonra İsrailoğullarıyla Musa (a.s.) arasında bir konuşma geçti. Sanki Musa (a.s.)’ın nasihati onlara tesir etmemişti. Firavun ve kavminden aşırı korktuklarından dolayı, biz, sen gelmeden, doğmadan önce de, peygamber gönderildikten sonra da, eziyete maruz kaldık. Sen gelmeden önce ve geldikten sonra da, aynı zillet ve horluğu bize uyguladılar. Erkek çocuklarımızı öldürdüler. Bize işkence ve kötülük ettiler. Bugün tarih tekerrür ediyor, kötülük devam ediyor.
Musa (a.s.), Allah’ın onlara yardm edeceğini, buna ileride kavuşacaklarını, bu hususta Allah’a güvendiğini, Firavun’un helak olacağını, ondan sonra Mısır topraklarına halef olacaklarını söyleyerek cevap verdi: Allah’ın fazlından umuyorum ki O, arzusunu gerçekleştirecek, sizin düşmanınız Firavun ve kavmini helak edecek, onlardan sonra sizi yeryüzüne halife kılacak, sizin iyi ve kötü amelinize, nimete şükredip etmediğinize bakacak, durumunuza göre sizi mükâfatlandıracak, amelleriniz hayır ise karşılığı hayır, şer ise karşılığı şer olacak.
Bu, onları ceza gidip nimet geldiği zaman, buna şükretmeye, bir teşviktir.
Musa (a.s.), “kesinlikle” demedi de, “umuyorum” dedi. Bununla, işleri Allah’ın istemesine havale etti. Onlara çalışmayı terketmemelerini hatırlatmak istedi. Sibeveyh der ki: Arapça’da “Asâ” kelimesi, bir umut ve korku ifade eder.. Zeccâc ise, Allah’a nisbet olunan bir umudun vuku bulması vaciptir, der