87

٨٧

وَاِنْ كَانَ طَاءِفَةٌ مِنْكُمْ امَنُوا بِالَّذى اُرْسِلْتُ بِه وَطَاءِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتّى يَحْكُمَ اللّهُ بَيْنَنَا وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمينَ

(87) ve in kane taifetüm minküm amenu billezi ürsiltü bihi ve taifetül lem yü’minu fasbiru hatta yahkümellahü beynena ve hüve hayrul hakimin
eğer sizden bir taife iman etmişse bana gönderilen hakikatlere bir taifede iman etmemişse o halde sabredin Allah hüküm verinceye kadar aramızda o en hayırlısıdır hüküm verenlerin

(87) And if there is a party among you who believes in the message with which I have been sent, and a party which does not believe, hold yourself in patience until Allah doth decide between us: for He is the best to decide.

1. ve in kâne : ve eğer olursa
2. tâifetun : bir grup, bölük, taife
3. min-kum : sizden
4. âmenû : âmenû oldular
5. bi ellezî : …ki onunla
6. ursiltu : gönderildim
7. bihî : onunla
8. ve tâifetun : ve bir grup
9. lem yu’minû : inanmazlar
10. fe ısbirû : o zaman sabredin
11. hattâ : …ceye kadar
12. yahkume allâhu : Allah hükmünü verir
13. beyne-nâ : aramızda
14. ve huve : ve O
15. hayru el hâkimîn : hüküm verenlerin, açanların en hayırlısı

وَإِنْ كَانَ طَائِفَةٌ bir grupمِنْكُمْ içinizdenآمَنُو���� iman etmişبِالَّذِي أُرْسِلْتُ gönderildiğim şeyeبِهِ kendisiyleوَطَائِفَةٌ bir grup daلَمْ يُؤْمِنُوا iman etmediğine göreفَاصْبِرُوا artık sabredinحَتَّى يَحْكُمَ hüküm verinceye kadarاللَّهُ Allahبَيْنَنَا bizim aramızdaوَهُوَ şüphesiz Oخَيْرُ en hayırlısıdırالْحَاكِمِينَ hüküm verenlerin


AÇIKLAMA

İşte bu Nuh, Hud, Semud ve Lût kıssalarından sonra anlatılan peygamber kıssalarından beşincisidir. Bu da Hz. Şuayb’ın kavmi olan Medyenlilerle olan kıssasıdır.

Hz. Şuayb da Araplara gelen peygamberlerdendir. Kur’an-ı Kerim’de on defa adı geçmektedir: A’râf 85, 88, 90, 92 ve Hud 84 87, 90, 95; 177; Ankebut 36. O, Hz. Musa döneminden önce peygamber olarak gönderilmişti. Çünkü Yü­ce Allah bu beş peygamberin kıssasını zikrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Sonra onların ardından Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve onun mele’ine gön­derdik.” (A’râf, 7/103).

Medyen veya Medyan kavmine gelince, bunlar Hz. İbrahim’in oğlu Med­yen’in soyundan gelirler. Bunlar Hicaz yolu üzerinde Ürdün’ün güneydoğu tarafında Maan’a yakın Medyen şehrinde yaşarlardı. Allah’tan başkasına ibadet ediyor, ölçü ve tartıyı eksik yapıyorlardı. Hz. Şuayb onlara bütün bunları ya­sakladı. Allah’ın azabından sakındırdı. Onlara karşı delil getirme hususundaki büyük mahareti ve oldukça güçlü açıklama kabiliyeti dolayısıyla ona “peygam­berlerin hatibi” lakabı verilmiştir. Onun kavmi İbni Kesir*in görüşüne göre As-habü’l-Eyke’nin kendisidir.

Kavmi yollarda durur, insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve yanları­na gelen kimselere, “Şuayb çok yalancı birisidir, sakın ha o sizi dininizden çe­virmesin!” derlerdi. Yine onlar, “Hamd olsun Şuayb’a uyacak olursanız, o vakit hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlar olursunuz.” (A’râf, 7/90) derlerdi.

Onun davetini iptal etmek ve ona eziyet etmek suretiyle onu küçük düşü­rüp tehdit etmeye gayret gösteriyorlardı: “Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söyledi­ğinden fazla bir şey anlamıyoruz. Ve şüphesiz biz seni aramızda zayıf görüyo­ruz. Eğer kavmin olmasaydı şüphesiz seni taşa tutardık. Sen bizim için kıymet­li bir kimse değilsin.” (Hud, 11/91). Hatta kendisine kavmini Allah’tan başkası­na ibadeti yasaklamasını, ölçü ve tartıda adalet sağlamalarını emretmesini ön gören namazını dahi, onu ayıplama konusu ediyorlardı: “Ey şuayb, dediler. Se­nin namazın mı bize atalarımızın taptıklarını ya da mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin.” (Hud 11/87).

Fakat Hz. Şuayb onları Allah’a imana ve güzel davranışa çağırarak sustu­runca, kavminin ileri gelenlerinden onu ve beraberinde bulunan iman edenleri, eğer kavimlerinin eski dinine bağlanmayacak olurlarsa, kasabalarından çı­kartmakla tehdit ettiler. O da onlara, “Peki ya biz istemesek bile mi?” (A’râf, 7/88) diye sitem etti.

Kavmi küfürleri üzere ısrar edip Hz. Şuayb ile tartışmayı, söz ve fiilleri ile ona eziyet etmeyi aşırıya götürünce, Allah onları Semud kabilesini helak ettiği şekilde, büyük sarsıntıyla yani zelzele ile helak etti ve toptan yok oldular: “So­nunda onu yalanladılar, bunun üzerine sarsıntı onları yakaladı ve böylece on­lar yurtlarında diz üstü çökenler oldular.” (Ankebût, 29/37).

Yüce Allah da Hz. Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardıktan sonra, Ashabu’l-Eyke’ye peygamber olarak gönderdi. el-Eyke ise Medyen ya­kınlarında ağaçlık bir yerdir. Medyen yolu üzerinde idiler. Hz. Şuayb onları da durumlarından vazgeçirmek isteyince onu yalancılık ve büyücülükle itham et­tiler, peygamberliğini tasdik etmediler. Çünkü o da onlar gibi bir insandı: “De­diler ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin ve sen ancak bizim gibi bir insansın. Şüphesiz bizler seni hiç şüphesiz yalancılardan sanıyoruz.” (Şuara, 26/185-186)

Bunların da, Hz. Şuayb’dan eğer doğru söyleyen bir kimse ise üzerlerine gökten bir parça indirmesini isteyip haktan yüz çevirmekte aşırıya gitmeleri üzerine, gölgelik günü (bulutla gölgelendirme günü) azabı gelip onları yakala­dı. Bu da şöyle olmuştu: Yüce Allah suları kaynayıncaya kadar yedi gün sürey­le onlara aşırı sıcak musallat etti. Daha sonra onlara doğru bir bulut sürükledi.

Güneşin aşırı sıcağından onun gölgesine sığınmak üzere toplanıp bir araya gel­diler. Bu buluttan üzerlerine ateş yağdı ve hepsi yanıp gittiler:

“Onu yalanladılar, o bakımdan bulutla gölgelenme günü azabı onları ya­kaladı. Şüphesiz ki o, büyük bir günün azabıydı.” (Şuara, 26/189).

Yüce Allah Medyen’lilere kardeşleri Şuayb’ı göndermişti. Bu ise -belirtildi­ği gibi- bir din kardeşliği değil, bir neseb kardeşliği idi. Hz. Şuayb onlara, hepsi iki ana esasa dayanan beş mükellefiyet emretti: Allah’ın emrine gereken tazi­mi göstermek ki, bunun kapsamına tevhidi ve peygamberliği ikrar da girer. Bir de Allah’ın yarattıklarına şefkatli olmak. Bunun kapsamına da eksik ölçüp tartmayı, fesat çıkartmayı terk etmek girer ki, her ikisinin de ortak yanı baş­kalarına eziyet verecek şeyleri terk etmektir.

Sözü geçen bu yükümlülükler şunlardır:

1- Allah’a ibadeti emredip O’ndan başkasına ibadeti yasaklamak: “Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur.” Bu, bütün peygamberlerin şeriatında ve bütün rasullerin davetlerinde gözden ırak tutulmayan bir esastır.

2- Peygamber olduğunu tebliğ edip şöyle dedi: “Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir.” Yani Yüce Allah benim size getirdiklerimin doğruluğuna da­ir apaçık belgeleri ortaya koymuş bulunmaktadır. Belge ise hem kevnî mucize­yi, hem aklî delili, hem de olağan üstü halleri kapsar. Bu da Hz. Salih’in söyle­diği söze benzemektedir. Şu kadar var ki Yüce Allah, Hz. Salih’in mucizesi olan dişi deveyi söz konusu ettiği halde, Hz. Şuayb’ın mucizesini söz konusu etme­mektedir. Bununla birlikte bunun sözlerini doğrulayacak bir ayetin (muci­zenin)   varlığı kaçınılmazdır. Buharî ile Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)’den Pey­gamber (s.a.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: “Bütün peygamberle­re mutlaka benzeri dolayısıyla insanlığın iman edeceği ayetler (mucizeler)den verilmiştir. Bana verilen ise Allah’ın bana vahyettiği bir vahiydir. O bakımdan kıyamet gününde bütün peygamberler arasında uyanları en çok kişi olacağımı ümit ederim.”

Zemahşerî der ki: “Hz. Şuayb’ın mucizelerinden birisi onun Musa’ya asası­nı vermiş olmasıdır. Bu asa yılanlara karşı savaş vermiştir. Yine Hz. Musa’ya şöyle demişti: “Bu koyunlar siyah beyaz karışımı yavrular doğuracak. Ben bu koyunları sana hibe ediyorum.” Aynı şekilde durum dediği gibi olmuştur. İşte bu haller Hz. Şuayb’ın mucizeleri idi. Çünkü Hz. Musa o dönemde henüz pey­gamber olarak görevlendirilmemişti.

Bu Mutezile’nin görüşüdür. Yani Mutezile peygamberlikten önce mucizenin ortaya çıkmayacağı kanaatindedir. Ehl-i sünnet’in görüşüne göre ise Yüce Allah’ın daha sonra peygamber ve rasul olacak bir kimseye vahyin ulaşmasından önce çeşitli mucizeler lütfetmesi mümkündür. Buna da irhas (peygamberlikten önce peygamberliğe alâmet olan hususlar) adı verilir. Böylelikle Zemahşerî’nin sözünü ettiği haller aynı zamanda Hz. Musa için bir takım irhaslar idi.

3- Ölçü ve tartının eksiksiz yapılması. Hz. Şuayb, “O halde ölçüyü ve tartı­yı tam yapın” demişti. Bu ise daha önce belirtilen, “Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir” buyruğuna binaen söylenmiş olup, azıcık bir şey dahi olsa hain­liği haram kılmaktadır. Anlamı da şudur: Satışınız esnasında ölçü ve tartıyı eksiksiz yapın. Bu ise onların insanlara yapacakları davranışlarda iyilik yap­maları için bir öğüttür. Satılan şey ile ona karşılık alman değer arasında girişi­lecek ilişkilerin bu adalet esasına göre yapılması gerekmektedir. Hz. Şuayb bu fesat veya satmayı tedaviye ihtimam göstermişti. Çünkü Medyenliler ölçü ve tartıları eksik yapmaya kendilerini kaptırmış gidiyorlardı. Burada ölçüden ka­sıt, ölçü aletidir. Nitekim Hud suresinde, “Ölçeklerinizi tamam yapın” diye buyurulmaktadır.

4- İnsanların mallarına hiyanet etmek ve haksız yere mallarını almaları­nın yasaklanması. Yüce Allah, kendisine ifadelerinin fesahati, öğütlerinin akı­cılığı dolayısıyla “peygamberler hatibi” denen Hz. Şuayb’ın şöyle dediğini bize bildirmektedir: “İnsanların eşyasını eksik vermeyin.” Yani gizlice ve onların görmeyecekleri bir şekilde satış esnasında onların hakkı olan bir şeyi eksiltme­yin. Nitekim Yüce Allah’ın bu konudaki tehdidinde şöyle buyurulmaktadır: “Vay o eksik ölçüp tartanlara… Bunlar büyük bir gün için diriltileceklerini, âlemlerin Rabbi huzuruna çıkartılacaklarını ummuyorlar mı?”(Mutaffifîn, 83/1-6). Eşyanın eksik verilmesi ise, onu ayıplamak ve rağbet edilmeyecek bir surette eksiltmek yahut değeri bakımından aldatmak veya ölçüde fazla almak yahut onu eksik vermek suretiyle hileye sapmaktır.

Maksat şudur: Hz. Şuayb kavminin satış esnasında ölçü ve tartıda eksik­lik yapmalarını yasak edince, ayrıca bütün yönleriyle eksik vermeyi, eksiltme­yi de yasakladı. Bunun kapsamına gasp, hırsızlık, rüşvet almak, yol kesicilik, hileli yollarla başkalarının mallarını almak ve buna benzer türlü hileli alışve­rişler ve alışveriş dışında dahi olsa, her türlü aldatma da girer. Yine bunun kapsamına ilim ve fazilet gibi manevî hakların saklanması da girmektedir. O bakımdan herhangi bir kimsenin ilim, ahlâk, fazilet yahut edep gibi hususlar­da hakkını eksiltmek, kıskançlık, çekememezlik ve hoşlanmamaktan dolayı haksız yere ondan üstün olduğunu iddia etmek de caiz değildir. Hz. Şuayb’ın kavmi beldelerine gelen yabancıların kaliteli dirhemlerini alırlar ve bu kaç pa­radır diyerek bunu paramparça ederler sonra da ondan bu parayı gayet açık bir şekilde oldukça eksik bir değere alırlar; yahut da o paranın bedeli olarak ona kalp para verirlermiş.

5- Fesadın yasaklanışı. Yüce Allah, “Orası ıslah olduktan sonra yeryüzün­de fesat çıkarmayın” diye buyurmaktadır. Yani peygamberler, onlara uyan, şeriatleriyle amel eden ıslah ediciler orayı düzeltmiş iken siz o yerde fesat çıkartmayın. İfade “orasının ahalisi orayı ıslah ettikten sonra” şeklinde hazf edilmiş bir muzaf takdiri ile söylenmiş demektir.

Islah ise akideyi, yaşayışı, ahlakî toplum düzenini, uygarlığı, bayındırlığı, ziraî, sınaî ve ticarî alanlardaki gelişmeleri de kapsayan genel bir tabirdir.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah, “İnsanların eşyasını eksik vermeyin” buyruğu ile dünyevî fesatları, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” buyruğu ile de di­nî bakımdan ifsadı yasaklamaktadır. Böylelikle ayet-i kerime hem dünya, hem din bakımından yapılacak fesatları yasaklamakta kapsamlı bir ifade taşımak­tadır.

“Bunlar” ile de, Allah’a ibadet, peygamberliğini tasdik etmek, ölçü ve tar­tıları tam yapmak, eksik vermeyi ve yeryüzünde fesat çıkarmayı terk etmekten ibaret olan bu beş mükellefiyete işaret edilmektedir. Yani bütün bu sözü geçen hususlar, insanlık açısından da güzel intiba bırakmak ve istemiş olduğunuz maddi kâr bakımından da sizin için daha hayırlıdır. Çünkü insanlar sizin emin ve adaletli olduğunuzu bilecek olurlarsa, sizinle ticarî ilişkileri daha çok ister­ler. Ahirette mükâfat ve ilâhî rızayı elde etmek bakımından da sizin için hayır­lıdır; eğer siz Allah’ın birliğine, rasulüne, şeriatına, hidayetine ve ahiretine iman eden kimseler iseniz. O halde iman, buyrukları yerine getirmeyi ve pey­gamberin Allah’tan getirdikleri gereğince amel etmeyi gerektirir.

Buradaki “Bunlar”ın onlara vermiş olduğu emir ve yasaklar gereğince, amele işaret olması da mümkündür. Çünkü şanı yüce Allah ancak faydalı olan şeyi emreder ve ancak zararlı olanı yasaklar.

Bu ayette ilmin yalnız başına ümmetin ıslahı için yeterli olmadığına işaret edilmektedir. Ümmetlerin ve milletlerin ıslahı için mutlaka yeni yetişen nesil­lere doğruluk, emanet, adalet gibi fazilet esaslarının faydalarını, haktan sap­manın ve kötü davranışların zararlarını anlatıp işleyecek dini eğitime ihtiyaç vardır. Çünkü içten gelen istek, dışarıdan gelen istek veya baskılardan daha kuvvetlidir.

Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra maddî ve manevî yol kesmeden sakınmala­rını söyledi:

Size mallarını vermeyen insanları tehdit etmek üzere yahut tebliğime uy­mak için gelen müminleri korkutmak üzere yol ayrımlarında oturmayın.

İbni Kesir diyor ki: Birincisi -yani mallarını vermeyen insanları tehdit edip yol kesmek- daha açık bir manadır Çünkü ayette “her yolda” ifadesi yer almaktadır. İkinci mana ise “iman edenleri Allah’ın yolundan alıkoyuyorsunuz” ayetinden anlaşılmaktadır. Yani siz iman etmek isteyenleri Allah’ın dininden çeviriyorsunuz, Allah’ın yolunun eğri büğrü olmasını istiyorsunuz.

Bu ayette Hz. Şuayb (a.s.)’ın onlara üç şeyi yasakladığını görüyoruz:

1- Mallarını almak için yoldan geçenlerin yolunu kesmek.

2- Allah’ın dinine engel olmak.

3- Yalanlar, sapıklıklar, gerçeklerin karalanması, İslâm düşmanları tarafından atılan şek ve şüphelerle Allah’ın dosdoğru dininin eğri büğrü hale geti­rilmesini istemek.

Bu ayetten maksat Hz. Şuayb (a.s.)’ın kavminin insanların hak dini kabul etmelerini bu üç yoldan biriyle engellemelerine mani olduğunu ifade etmektir.

Dikkat edilecek olursa Hz. Şuayb davetinde önce ölçü ve tartıları tamam yapmak, ülkede fesat çıkartmamak suretiyle iç düzeni sağlamak noktası üze­rinde durmuş, daha sonra da memleketlerini ziyarete gelen kimselere, davetini yaymak karşısındaki engelleri ve yokuşları izale etmek suretiyle haricî ıslaha yönelmiştir.

Fesadın ortadan kaldırılıp ülkenin münkerlerden temizlenmesinden son­ra, bu sefer onlardan ayrılmaması gereken olumlu yönlere geçmiştir. Bunlar ise nimetleri hatırlamaktır. Bunun için şöyle buyurmaktadır: “Hem hatırlayın ki siz vaktiyle…” yani Allah’ın üzerinizdeki pek çok nimeti hatırlayın. Bu sözle­riyle onları itaate teşvik etmek, basiret sahibi olmalarını sağlamak istemişti. İşte bu nimetlerden birisi de sizin önceleri sayıca az, mustazaf kimseler iken Allah’ın neslinize bereket ihsan etmesi suretiyle, sayıca çok güçlü kimseler ol­manızdır. Haydi O’na, yalnızca O’na ibadet etmek suretiyle Allah’ın nimetleri­ne şükrediniz.

Rivayete göre Hz. İbrahim’in oğlu Medyen, Hz. Lût’un kızı Ria ile evlen­miş ve pek çok çocuk doğurmuştu. Sayıları nihayet çoğaldı. Çünkü Allah onun nesline bereket ihsan etmişti.

Buyruğun anlamının şöyle olması da mümkündür: Sizler fakir ve zayıf kimseler idiniz de O sizi zengin ve güçlü kimseler haline getirdi.

Geçmiş ümmetler, geride kalmış nesiller ve size komşuluk etmiş toplumlar gibi, geçmişlerin akibetleri üzerinde düşünün ve onlardan ibret alın. Nuh, Semud ve Lût kavimleri gibi. Fesatları, yeryüzünde azgınlıkları, Allah’a isyan et­me cesaretini gösterip peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Allah’ın onları nasıl helak ettiğini düşünün. Onların fesatlarını ve onları gelip bulan horluk ve ibret verici azapları hatırlayın.

Allah’ın nimetlerinin hatırlanmasından ve fesat çıkartanların cezaları üzerinde düşünmekten maksat, önce teşvik, ikinci olarak da korkutmak yoluy­la onları itaate meylettirmek ve masiyeti terk etmelerini sağlamaktır.

Eğer sizden bir kesim, benimle gönderilenlere iman etmiş, bir diğer kesim iman etmemiş ise, yani sizler benim hakkımda anlaşmazlığa düştüyseniz, o halde sabrediniz. Yani her iki kesim arasında hükmünü verecek olan Allah’ın hükmünü bekleyiniz. Çünkü O, haklı olanları batıl üzere olanlara muzaffer kı­lacak ve onları ötekilerine üstün hale getirecektir. Bu Allah’ın, kendilerinden intikam alacağını belirterek kâfirlere savurduğu bir tehdittir. Yüce Allah’ın, “Artık siz bekleyiniz. Biz de sizinle birlikte bekleyenlerdeniz.” (Tevbe, 9/52) buy­ruğu gibi. Veya bu, müminlere bir öğüt, kalplerine bir teselli, müşriklerin ken­dilerine yaptıkları eziyetlere karşı sabredip tahammül göstermelerine ve bunu, Allah aralarında hükmünü verinceye, onların intikamını müşriklerden alıncaya kadar sürdürmelerine bir teşviktir. Zahiren görülen o ki, hitap her iki kesi­medir ve bundan maksat, müminlerin kâfirlerin eziyetlerine karşı sabretmele­rini bildirmek, iman etmeyenleri de tutumlarından vazgeçirmek için azarla­maktır. Ta ki Allah hükmünü verip, temizi mundardan ayırd etsin.

“O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” Şüphesiz ki O, sonunda güzel akibeti takva sahiplerine, yok oluşu ise kâfirlere nasip edecektir. Çünkü O’nun hük­mü, hak ve adalettir. Ve O’nun vereceği hükümde zulüm ve haksızlıktan kor­kulmaz.