106

١٠٦

وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللّهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَاِنْ فَعَلْتَ فَاِنَّكَ اِذًا مِنَ الظَّالِمينَ

(106) ve la ted’u min dunillahi ma la yenfeuke ve la yedurruk fe in fealte fe inneke izem minez zalimin

dua etme Allah’tan başka şeylere sana faydası olmayan sana zarar veremeyen eğer bunu yaparsan şüphesiz sen o zaman zalimlerden olursun

(106) “Nor call on any, other than Allah – such will neither profit thee nor hurt thee: if thou dost, behold! thou shalt certainly be of those who do wrong.’ ”

1. ve lâ ted’u : ve tapma, dua etme
2. min dûni allâhi : Allah’tan başka
3. mâ lâ yenfeu-ke : sana fayda vermeyen şeyler
4. ve lâ yadurru-ke : ve sana zarar vermeyen
5. fe in fealte : bundan sonra, eğer yapacak olursan, yaparsan
6. fe inne-ke : o zaman sen mutlaka
7. izen : bu durumda, öyle olursa (öyle yaparsan)
8. min ez zâlimîne : zalimlerden, zulmedenlerden


AÇIKLAMA

Allah Tealâ Rasulü’ne (s.a.) Mekke halkına şöyle söylemesini emrediyor: Siz benim dinimi bilmiyorsanız ben size bu dini tafsilatıyla açıklayayım. Eğer siz Allah’ın bana vahyettiği ve benim size getirdiğim tevhid dininin doğrulu­ğundan şüphe ediyorsanız onun vasıflarını size anlatayım ve siz onda şüpheye yer olmadığını iyi bilin.

O da şudur: Ben Allah’ı bırakıp da taptığınız taşlara ve benzeri şeylere tapmam. Çünkü bunların ne faydası dokunur, ne de zararı. Bilakis ortağı ol­mayıp tek olan, size can verdiği gibi sizin canınızı alacak olan, sonra kendisine döneceğiniz Allah’a ibadet ederim. Ben Allah’a hakkıyla inanan, O’nu tam ma­nasıyla bilip tanıyan kimselerden olmakla emrolundum.

Bu ayette hak dinde şüphe edilemeyeceği ve sağlam akıl ve selim fıtrat sa­hiplerinin bunu gayet güzel karşılayacağı şeklinde tariz yapılmıştır. Ama tap­tıkları putlar ise batıl ve asılsız oldukları kesin olup ne düşünebilirler, ne za­rarları, ne de faydaları dokunur. Ondan her akıl sahibi uzak durur. Çünkü bu putlar sadece taştırlar.

Dikkati çeken bir nokta şudur: İfadeye önce Allah’tan başkasına kulluğu reddetmekle başlandı. Çünkü her şeyde ıslah maksadıyla eskiyi kaldırmak, ye­niyi yerine yerleştirmenin başlangıcıdır. Boşaltmak süslenmenin öncüsüdür.

Bundan sonra Allah’a kulluğu ispat etmeye geçildi. Böylece önce Allah’tan başkalarına kulluğu terk etmenin gerekli olduğu, sonra Allah’a kullukla meş­gul olmanın gerekliliği beyan edildi.

Sonra da yapılan amelin itikatla birlikte uyum sağlamasının vacip olduğu­na delâlet etmek için, bedenî amel olan ibadetten sonra iman ve Allah’ı bilme konusuna geçti. Çünkü iman ve Allah’ı tanıma nurunun tecelli ettiği sahih iti­kattan fışkırmadıkça hiçbir amelin faydası olamaz.

Putlara tapmaktan, canları alan ve kendisine ibadet edilecek Allah’ın is­pat edilmesine geçilmesi ve canları alma vasfının zikredilmesiyle yoktan var etmeye ve sonradan diriltmeye işaret edilmiştir.

Ben müminlerden olmakla ve yüzümü hak dine çevirmekle, yani dinî hu­suslarda emirlere sarılıp nehiylerden kaçınmakla, sadece Allah’a ihlâsla kul­luk etmekle, hanif olmakla yani şirk ve batıldan yüz çevirerek hak dine bağ­lanmakla emrolundum.

Bunun için Cenab-ı Hak “Sakın Allah’a şirk koşanlardan olma!” buyurdu. Yani Allah’a kulluk ederken bir başka ilâhı Ona ortak koşanlardan olma. Bu ayet de (… emrolundum) ayetine atfedilmiştir. Yani ona “müminlerden ol, yüzü­nü hak dine çevir, şirk koşma” denilmiştir.

“Yüzünü hak dine çevir” yani istikamet üzere ol. Bunun benzeri şu ayet-i kerimedir: “Şüphesiz ki ben Hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çe­virdim. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’am, 6/79).

Bu ayet dua ve ibadetlerde başka bir şeye yönelmeden sadece Allah’a yö­nelmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Kim ibadet ve duada kalbiyle Allah’tan başkasına yönelirse, o, Allah’tan başkasına ibadet ediyor demektir.

Bunun için Cenab-ı Hak, “Ey Rasulüm! Allah Tealâ’yı bırakarak, kendisi­ne taptığın zaman sana dünya ve ahirette faydası dokunmayacak, kendisine dua ve ibadet etmeyi terk ettiğin zaman da sana asla zararı olmayacak şeylere dua etme, yalvarma, ibadette bulunma.” diye hitap etmiş gibidir.

Bunu yaparsan, Allah’tan başkasına dua edip ibadette bulunursan o za­man nefsine zulmedenlerden olursun. Çünkü Allah Tealâ’ya şirk koşmaktan daha büyük bir zulüm yoktur. Kulluğu lâyık olmayan kişiye yapmak da zul­mün bir çeşididir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Allah’tan başkasından fayda ve zarar verme yetkisinin alındığını tekit ederek şöyle buyurdu:

Bedenine ve malına hastalık, fakirlik, elem gibi bir zarar uğrarsa bu zara­rı ortadan kaldıracak olan sadece Allah’tır. Allah sana din ve dünyada yardım, refah, nimet ve afiyet gibi bir hayır murad ederse O’nun bu lütfuna mani ola­cak kimse yoktur. Zira O’nun kaza ve kaderini reddedecek hiçbir güç mevcut değildir. O’nun hükmünü değiştirecek, ihsanına engel olacak kimse de yoktur. O her şeye kadirdir. Bağışlar veya engeller, verir yahut mahrum eder. Bütün bunları da bir hikmet ve ilimle yapar.

Rahmetinin umumi olması sebebiyle ilâhî lütuf da genellikle umumi olur. Zarar vermeye gelince o mutlaka bir sebeple meydana gelir. Çünkü belâ ancak günah sebebiyle iner ve ancak tevbe ile kalkar.

“Başınıza gelen bir musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzün­dendir. O (işlenenlerin) bir çoğunu da affeder.” (Şûra, 42/30).

Allah hangi günahtan olursa olsun hatta O’na şirk koşma bile olsa) ken­disine tevbe edip yönelen kimseler için çok mağfiret edici ve çok merhamet edi­cidir. O tevbeleri kabul eder. O halde Allah’a itaat ile rahmetini kazanın. Gü­nah işleme sebebiyle mağfiretinden ümitsiz olmayın