١٨٠
وَلَايَحْسَبَنَّ الَّذينَ يَبْخَلُونَ بِمَا اتيهُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَابَخِلُوا بِه يَوْمَ الْقِيمَةِ وَلِلّهِ ميرَاثُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرٌ
(180) ve la yahsebennellezine yebhalune bi ma atahümüllahü min fadlihi hüve hayral lehüm bel hüve şerrul lehüm seyütavvekune ma behilu bihi yevmel kiyameh ve lillah mirasüs semavati vel ard vallahü bi ma ta’melune habir
cimrilik edenler sanmasınlar Allah’ın kendine fazlı kereminden verdiğinden onu kendilerine hayır onlar için bilakis şerdir boyunlarına dolanacaktır kıyamet günü cimrilik ettikleri şeyler ve Allah sema ve arzın mirasçısıdır Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır
(180) And let not those who covetously withhold of the gifts which Allah hath given them of his Grace, think that it is good for them: nay, it will be the worse for them: soon shall the things which they covetously withheld be tied to their necks like a twisted collar, on the day of judgment. To Allah belongs the heritage of the heavens and the earth and Allah is well acquainted with all that ye do.
1. | ve lâ yahsebe-enne | : ve sakın zannetmesinler |
2. | ellezîne | : onlar |
3. | yebhalûne | : cimrilik ederler |
4. | bi mâ âtâ-humu allâhu | : Allah’ın onlara verdiği şeyler |
5. | min fadlı-hî | : kendi fazlından |
6. | huve | : o |
7. | hayran | : hayırdır |
8. | lehum | : onlar için |
9. | bel huve | : hayır, bilâkis o |
10. | şerrun | : şerdir |
11. | lehum | : onlar için |
12. | se yutavvekûne | : boyunlarına dolanacak |
13. | mâ bahilû bi-hî | : onun ile cimrilik ettikleri şey |
14. | yevme el kıyâmeti | : kıyâmet günü |
15. | ve li allâhi | : ve Allah’ın |
16. | mîrâsu es semâvâti | : semâların, göklerin mirası |
17. | ve el ardı | : ve arz, yeryüzü, yer |
18. | ve allâhu | : ve Allah |
19. | bi mâ ta’melûne | : yaptığınız şeyleri |
20. | habîrun | : haberdar olandır |
وَلَا يَحْسَبَنَّ zannetmesinlerالَّذِينَ يَبْخَلُونَ cimrilik edenlerبِمَا şeylerdeآتَاهُمْ kendilerine verdiğiاللَّهُ Allah’ınمِنْ فَضْلِهِ lütfundanهُوَ خَيْرًا daha hayırlı olduğunuلَهُمْ bunun kendileri içinبَلْ aksineهُوَ buشَرٌّ şerdirلَهُمْ onlar içinسَيُطَوَّقُونَ boyunlarına dolanacaktırمَا بَخِلُوا بِهِcimrilik ettikleri şeyيَوْمَ günüالْقِيَامَةِ kıyametوَلِلَّهِ şüphesiz Allah’ındırمِيرَاثُ mirasıالسَّمَاوَاتِ göklerinوَالْأَرْضِ ve yerinوَاللَّهُ elbette ki Allahبِمَا تَعْمَلُونَ yaptıklarınızdanخَبِيرٌ hakkıyla haberdardır
AÇIKLAMA
Yüce Allah insanlara karşı aşırı derecedeki tutkunluğu sebebiyle peygamberine şöylece hitap etmektedir: Ey peygamber, kâfirlerin sana ters düşmeye, sana karşı inatlaşmaya, ayrılığa düşmeye, küfre yardımcı olmaya koşuşmaları seni üzmesin! (Ebu Süfyan, onun dışında kalan Mekke halkı, Yahudiler ve münafıklar gibileri)
Şüphesiz bunların Allah’ın dostlarına -ki bunlar Peygamber ve onun arkadaşlarıdır- hiç bir zararları olmaz. Onlar ancak kendilerine zarar verebilirler. Onlar Yüce Allah’a karşı savaşıyorlar. Kendi aleyhlerine hazırlıklarda bulunuyorlar ve musibet, sonlarında başlarına çökecektir. Ahirette Allah’ın sevap ve ecrinden mahrum kalacaklardır. Miktarı bilinmeyecek ölçüde büyük azap onlarındır. Yaptıklarına karşılık Allah onları cezalandıracak ve fakat onlara zul-metmeyecektir. Küfürleri, sapıklıkları, kâfirlere yardımcı olmaları, müminlere karşı direnmeleri sebebiyle bizzat kendilerine zulmedenler yine kendileridir. Nitekim, “Kötü hile ise ancak onu yapanları kuşatır.” (Fâtır, 35/43). İşte bu, onlara aldırış edilmeyeceğini ve tehlikelerinden korkulmayacağını göstermektedir.
Bu ayet-i kerime Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Ey Peygamber! Kalpleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlendirmesin.” (Mâide, 5/41).
Bu ise onlara münhasır olmayıp genel bir hükümdür. Küfrü imana tercih eden herkesi kuşatır. Bundan dolayı şöyle buyurmuştur: İmanı küfre değişenler Allah’a asla zarar veremezler, fakat onlar bizzat kendilerine zarar verirler. Onlar için dünyada da ahirette de oldukça can yakıcı bir azap vardır.
Bu buyruk, şu ayet-i kerimeyi de andırmaktadır: “Onlara mal ve evlâttan verdiklerimizle kendilerine hayırları çabuklaştırdığımızı mı sanıyorlar? Bilakis onlar fark etmezler.” (Müminun, 23/55-56); “Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak! Biz onları bilemeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.” (Kalem, 68/4); “Onların malları da evlâtları da seni imrendirmesin. Allah onları dünyada bunlarla bir azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde güçlükle çıkmasını ister.” (Tövbe 9/85).
Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin derece derece azaba yaklaştırılmalarını ve belli bir süreye kadar onlara mühlet verilmesini beyan etmekte; kâfirlerin kendilerine mühlet verilmesini, ömürlerinin uzatılmasını kendileri için hayırlı bir şey sanmamaları gerektiğini bildirmektedir. Çünkü kâfirler ömrü hayırlı işlerde kullanmamaktadırlar; kötülükte kullanırlar. O bakımdan onların akıbeti günah üstüne günah katmak, batıl ve iftirada aşırıya gitmektir. Onlar için hor kılan bir azap vardır. Yani bu azap onları zelil kılar, hakir kılar. Onlar için böyle bir azabın hazırlanmış olduğu anlamına gelir.
Kâfirler bizim kendilerine mühlet verişimizden maksadın, yaptıkları gibi günahlarının arttırılması olduğunu sakın sanmasınlar. Onlara mühlet verilmesi aslında tevbe etmeleri ve imana girmeleri içindir; günahlarının daha çok arttırılması ve azap görmeleri için değil. Buna göre onlara mühlet verilmesi kendileri için hayırlıdır. Fakat Yüce Allah ezelden beri şunu bilmiştir: Onların bir kısmı hiçbir zaman hak, hayır ve doğruluk dairesine geri dönmeyecektir. İşte böyleleri için hor kılan bir azap söz konusudur.
Zemahşerî’ye göre, Yüce Allah’ın, “Onlara mühlet vermemiz ancak…” cümlesi yeni bir cümle olup bir önceki cümlenin gerekçesi durumundadır. Sanki, “Bunlar kendilerine mühlet verilmesini kendileri için hayır zannetmesinler” denilmiş de buna karşılık şöyle cevap verilmiş gibidir: “Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir.”
Allah’ın kendilerine mühlet vermesinden kastın onların günahlarının artması olduğu nasıl mümkün olabilir? Böyle bir soruya şu cevabı veririz: Bu, mühlet vermenin sebebidir. Her bir sebep bir maksat değildir. “Ben âciz ve muhtaç olduğumdan dolayı gazaya çıkmadım. Aynı şekilde kötülük korkusuyla şehirden çıktım” diyecek olsa, bu açıklamalarından belli bir garezin olduğu anlamı çıkmaz. Aksine bunlar bir takım sebep ve gerekçelerdir. Aynı şekilde burada günahın artması, mühlet vermeye bir sebep ve gerekçe gibi arzedilmiştir.
Acizlik savaşa gitmemenin bir sebebi olduğu gibi günahın artışı, mühlet vermenin nasıl sebebi olabilir? Böyle bir soruya da şu cevabı veririz: Allah’ın her şeyi kitaptan bilgisinde onların günahlarının artacağı malum olduğundan dolayı sanki mühlet vermek mecaz yoluyla bundan dolayı olmuş gibi ifade edilmiştir.
Özetle: Beyle bir mühlet verme ve erteleme Allah’ın onlara bir inayeti değildir. O ancak Allah’ın yarattıklarındaki bir sünnetine göre cereyan etmiştir. Bu sünnet gereği insana hayır yahut şer isabet eder. İsabet eden bu şey de onun davranışının bir neticesidir. Bu adaletli sünnetin bir gereği de, insanın kendisine verilen bu mühlette de aldanması ve günahlara dalıp gitmesidir. Bu da insanın hakir kılan ve küçük düşüren azap ile sonuçlanan günahlara düşmesine sebep olur.
Daha sonra Yüce Allah şunu açıklamaktadır: Mihnetler ve sıkıntılar imanın sadakatini açığa çıkartır. Allah’ın kendisi vasıtasıyla dostlarını ortaya çıkartacağı, düşmanlarını da rezil edeceği belli bir takım mihnetleri yaratması da gerekli bir şeydir. O bakımdan insanları Uhud günü karşı karşıya kaldıkları durumların benzeri bir halde bırakmaz. Nihayet Allah mümini münafıktan ayırd eder, sabreden mümin ile günahkâr münafıkı ortaya çıkartır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki biz sizleri imtihan edeceğiz. Ta ki içinizden cihad edenleri de sabredenleri de açığa çıkartalım ve haberlerinizi açıklayalım.” (Muhammed, 47/31).
Bundan kasıt şudur: Uhud günü, Yüce Allah’ın müminleri sınadığı bir imtihan alanıydı. Bununla insanların imanları, sabırları, yiğitlikleri, Allah’a ve Rasulüne itaatleri ortaya çıktı. Yine bu yolla Yüce Allah münafıkların üzerindeki Örtüleri kaldırdı, böylelikle münfıkların emirlere aykırı davranışları ve ci-haddan dönmeleri, Allah’a ve Rasulüne hainlikleri açık seçik ortaya çıktı.
Bazı kimseler şöyle düşünebilir: Samimi müminin münafıktan ayırd edilmesi, vahiy ve Allah’ın müminleri gayba muttali kılması ile gerçekleşir. Yüce Allah buna böyle cevap vermektedir. Bütün insanları gayba muttali kılmak, Allah’ın yapacağı bir iş değildir. Allah insanı yarattı ve onun muradına ermesini kesbî ameline bağlı olarak takdir etti. Esasen fıtrat da insanı bu doğru yola iletir. Din bunu gösterir, peygamberlik buna delâlet eder. Yüce Allah da peygamberlerinden dilediğini seçer ve onu gaybî bazı hususlara muttali kılar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola.” (Cin, 72/26-27). Daha sonra peygamber bir takım kimselere kimisinin münafık olduğunu, bir diğerinin ihlâslı olduğunu haber verir. Böylelikle bu haberin kaynağını yine Yüce Allah’ın bir takım kimselerin küfrüne, bazılarının da imanlarına muttali kılması teşkil eder. Yoksa o kimseyi Allah’ın muttali olduğu şekilde kalplere muttali kılması anlamında değildir.
Daha sonra Yüce Allah mümin olanı münafık olandan ayırd eder. Bu ise bu ayrılığı açıkça ortaya çıkartan sebepler aracılığı ile olur. îşte bundan dolayı sizin Allah’a ve Muhammed (s.a.)’in onlardan birisi olduğu peygamberlere iman etmeniz, Allah’a ve Rasulüne itaat edip şeriata tabi olmanız gerekir. Peygamberlerin Allah’ın kendilerine haber verdiği gaybın dışındaki bir şeyi haber vereceğine inanmalısınız. İşte bu kâfirlere bir reddir. es-Süddî der ki: Kâfirler dediler ki: “Eğer Muhammed doğru sözlü ise haydi bizden kimin iman ettiğini, kimin de kâfir olduğunu bize haber versin.” îşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Sizler peygamberlerin getirdikleri gayb haberlerine iman eder, onun emirlerini yerine getirmek suretiyle yasaklarından da kaçınmakla Allah’tan kor-karsanız, sizin için çok büyük bir sevap vardır. Bu sevabın miktarını kimse tespit edemez, sınırlandıramaz.
Dikkat edilecek olursa Kur’an-ı Kerim daima iman ile takvayı birlikte zikreder. Tıpkı namaz ve zekâtı birlikte zikrettiği gibi. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmaz şeylerdir. Ayrıca bunlar olmaksızın imanın kemal bulmayacağını ifade eder. Yine Kur’an-ı Kerim can ile cihadı mal ile cihadla birlikte zikreder.
Bundan önceki ayet-i kerimeler cihada ve canını feda etmeye teşvik mahiyetinde olduğu için, bunun akabinde cihad yolunda malını feda etmeye de teşvik etmektedir.
O bakımdan hiç bir kimse cimrilerin cimriliklerinin mal yığmak ve saklamakla, biriktirmekle kendileri için hayırlı olduğunu, cömertliğin ve infakın da kendilerini hakir düşüreceğini zannetmesin. Cimrilik dünyada da ahirette de hem toplum için, hem fert için büyük bir kötülüğün kaynağıdır. Cimrilikten kasıt ise, farz olan zekâtı hak sahiplerine vermemek ve muhtaçların ihtiyacı görüldüğü takdirde sadaka vermemektir.
Dünyada cimriliğin zararına gelince: Zenginin malı zayi olmaya, telef olmaya, talan edilmeye, hırsızlığa maruz kalır; kafirlerde kine sebep teşkil eder. Çağımızda olsun başka dönemlerde olsun lüks içerisindeki zenginlere oldukça ağır saldırılar yapılmış ve kapitalizmin temellerini sarsmak için sosyalizm adı alfanda bir takım düşünceler, teoriler yaygınlık kazanabilmiştir.
Cimriliğin ahiretteki ve dindeki zararına gelince: Yüce Allah cimriliklerinin vebalini çekeceklerini, sıkı elli olmalarının akıbeti ile karşılaşacaklarını haber vermektedir. Bu vebal ve akıbet boyna dolanmış gerdanlık gibidir. Kınanmaktan, sorgulanmaktan ve bu işleri dolayısıyla ceza görmekten asla kurtulamayacaklardır. Buharî’nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resuluüah (s.a.) buyurdu ki: “Allah her kime bir mal verir o da onun zekâtını ödemezse, malı ona gözünün üzerinde iki kara noktası bulunan büyük bir ejderha suretinde gösterilir. Bu ejderha kıyamet gününde boynuna dolanır. Onu iki çenesiyle yakalar ve şöyle der: “Ben senin malınım, ben senin hazinenim.” Daha sonra şu, “Allah’ın lütuf ve keriminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik gösterenler zannetmesinler ki o haklarında hayırlıdır. Bilakis o onlar için bir serdir…” ayetini sonuna kadar okudu.
Gerçek şu ki, insanların birbirlerinden miras alıp durdukları mal ve benzeri göklerde ve yerde bulunan her bir şey Allah’ındır. Peki nasıl olur da bazı insanlar Allah’ın mülkünde Allah’a karşı cimrilik eder ve o malı Allah yolunda infak etmezler? İşte bu Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Onun sizi üzerinde halife kıldığı şeyden (maldan) infak ediniz.” (Hadid, 57/7). Bütün işler Yüce Allah’a döndürülür. O balamdan Allah’ın huzuruna gideceğiniz günde size fayda verecek şekilde mallarınızın bir kısmını önden gönderiniz. Allah sizin niyetlerinizi, kalplerinizi, amellerinizi çok iyi bilir. Onlardan haberdardır. Bunlardan hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O, hayır yahut kötülük olsun, herkese kazandığının karşılığını verecektir.