٨٩
اَفَلَا يَرَوْنَ اَلَّا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
(89) e fe la yeravne ella yarciu ileyhim kavlev ve la yemlikü lehüm darrav ve la nef’a
görmüyorlar mı ki o kendilerine hiçbir sözle karşılık veremediğini malik olamıyordu onlara (ne) zarar ne de fayda vermeye
(89) Could they not see that It could not return them a word (for answer), and that It had no power either to harm them or to do them good?
1. | e fe lâ yerevne | : hâlâ görmüyorlar mı |
2. | ellâ yerciu | : geri dönmüyor, cevap vermiyor |
3. | ileyhim | : onlara |
4. | kavlen | : söz, söz olarak |
5. | ve lâ yemliku | : ve gücü yetmez, malik değil |
6. | lehum | : onların, onlara |
7. | darren | : bir zarar, ziyan |
8. | ve lâ nef’an | : ve faydası yoktur |
AÇIKLAMA
“Kavminden erken gelmek için seni acele ettiren nedir, ey Musa?” Onlardan daha çabuk gelmeye seni iten nedir? Buradaki kavimden kasıt İsrailoğullarıdır. Ancak burada kastedilenler seçilen 70 nakiptir. Seni acele edip nakipleri geride bırakarak onlardan uzaklaşmaya iten ne oldu?
Olay şöyledir: Şanı Yüce Allah Hz. Musa’ya Firavun’un helak edilmesinden sonra Tûr dağında karşılaşmayı vaad etmişti. Ona içinde İsrailoğulları’na anayasal tavsiyelerin bulunduğu levhaları verecekti. Allah Firavun’u helak edince, Hz. Musa da Rabbinden kitabı istedi. Ona 30 gün oruç tutmasını emretti. Daha sonra bu kırk güne yükseltildi: “Musa ile otuz gece sözleştik. Buna ayrıca on gece daha katıp kırka tamamladık. Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit kırk gece olarak tamamlandı. Musa da kardeşi Harun’a: Kavmim arasında benim yerime geç ve islah et. Fesatçıların yoluna da uyma, dedi.” (A’râf, 7/142).
Sözleşme, Hz. Musa’nın kavminin ileri gelenlerinden bir topluluk ile gelmesi şeklinde idi. O da aralarından yetmiş kişi seçti: “Musa tayin ettiğimiz vakitte (gelmek) için kavminden yetmiş adam seçti.” (Araf, 7/155). Bunlar ise Hz. Musa’nın seçtiği yetmiş nakip idi. Hz. Musa onlarla yola koyuldu. Daha sonra Rabbine duyduğu özlemle aceleyle ileriye geçti. Yani Tûr dağına yaklaşınca Yüce Allah’ın kelâmını işitmeye duyduğu özlem dolayısıyla onları arkada bıraktı. Yüce Allah da kendisine: “Ne diye acele ettin?” diye sordu. Kavmini terk edip aralarından ayrılacak kadar seni aceleye iten ne idi?
Bu ikaz, bizatihi aceleyi reddir. Çünkü böyle birşey arkadaşlarına gereken itinayı göstermemek anlamındadır. Diğer taraftan arkadaşlığın şartlarından birisi de uyum sağlamaktır. Böyle bir soru ise arkadaşlık halinde oldukça güzel ve üstün bir edebi öğretmek sadedindedir.
“Dedi ki: Onlar da benim arkamdan geliyorlar. Rabbim razı olasın diye huzuruna gelmek için acele ettim.” Musa Rabbine cevaben dedi: “Onlar bana yakındırlar. Benden sonra ulaşıverecekler, onlardan sadece birkaç adım ilerideyim. Rabbim senin emrine uymak, sana kavuşmaya özlemim dolayısıyla sözleşme yerine varmakta acele etmem, benden daha çok razı olasın diyedir” dedi. Hz. Musa böylelikle içtihatında hata ettiğini belirterek özür beyan etmiş oldu.
“Buyurdu ki: Gerçekten biz senden sonra kavmini fitneye düşürdük. Sâmirî de onları saptırdı.” Yüce Allah buyurdu ki: Kendilerinden ayrıldıktan sonra biz kavmin İsrailoğulları’nı sınadık. Sınanan kimseler ise kardeşi Harun ile bıraktıkları idi. es-Sâmirî, onları altından buzağıya ibadet etmeye çağırarak haktan saptırdı.
Sâmirî, Sâmira kabilesine yahut ineğe tapan bir kavme mensuptur. Çoğunluk onun Sâmira kabilesinden ve İsrailoğulları’nın büyüklerinden biri olduğu görüşündedir. Beraberindeki İsrailoğulları’na dedi ki: Musa’nın size vermiş olduğu sözde durmayıp, on gün gecikmesi, sizin haram olan beraberinizdeki süs eşyalarındandır, diyerek bunları ateşe atmalarını emretti. İşte bazen rüzgârın etkisi ile böğürtüyü andıran bir ses çıkartan buzağı heykeli bu eritilmiş süslerden yapılmıştır.
“Musa kızgın ve üzgün kavmine döndü.” Musa kırk gecenin tamamlanmasından sonra kavmi İsrailoğulları’na alabildiğine kızgın, öfkeli, üzüntülü, kederli ve huzursuz olarak döndü.
“Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?” Musa dedi ki: Ey kavmim, Rabbiniz benim vasıtamla size dünyada her türlü hayrı gereğince işlemek için büyük şeriat kitabını indirmek, düşmanlarınıza karşı muzaffer kılmak, zorbaların yer ve yurtlarını elinize geçirmek gibi güzel akibetleri ve ahirette de büyük bir ecri şu buyruğu ile vaad etmemiş miydi: “Şüphesiz ben tevbe eden ve iman eden, salih amel işleyip hidayet üzere olanlara pek çok mağfiret ediciyim.” (âyet 82)
“Yoksa vaad olunan süre size uzun mu geldi?” Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de bana vaadinizde durmadınız? Allah’ın size verdiği vaadi beklemek için geçirdiğiniz zaman size uzun mu geldi? Bu zaman süresinde önceden size ihsan ettiği nimetleri niye unuttunuz? Halbuki bu vaad edilen süreden ancak, bir ay ve birkaç gün geçmiştir. “Yoksa” burada bilakis anlamındadır. Yani aksine sizler bu işi yapmakla üzerinize Rabbinizden bir gazap, bir intikam ve bir cezanın inmesini istediniz. O bakımdan bana verdiğiniz sözden caydınız. Zira siz Tûr’dan yanınıza geri döneceğim vakte kadar Allah’a itaat üzere dosdoğru yürüyeceğinizi vaad etmiştiniz. Yani sözleşilen zaman üzerinden uzun bir süre mi geçti de unuttunuz, yoksa sizler masiyeti istediniz de onun için mi sözünüzde durmadınız?
“Dediler ki: Biz kendi güç ve isteğimizle vaadine muhalefet etmedik.” Ona şöylece cevap verdiler: Kendi istek ve kudretimiz ile sana verdiğimiz sözden caymış değiliz. Aksine bizler böyle bir yanlışlığı işlemek zorunda kaldık. Bu, onların Sâmirî’nin kendilerine süslü göstermesi ve aklî bakımdan onları etkileyerek masiyet işlediklerini ve fitneye düştüklerini ikrar ve itiraf ettiklerini göstermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat kavmin süs eşyasından ağırlıklar yüklenmiştik de onları attık. Sâmirî de böyle attı.” Lâkin bizler seninle birlikte Mısır’dan çıktığımızda, Mısır yerlileri olan Kıptîlerden süs eşyasından bir takım ağırlıkları beraberimizde getirmiştik. Onlara bir bayramda yahut bir ziyafette toplanacağımız hissini vermiştik. Burada bunlara “Ağırlıklar (evzâr)” yani günahlar adının verilmesi, bu süsleri almalarının kendilerine helâl olmayışındandır. Sâmirî onlara dedi ki: Musa’nın geri dönüşünün gecikmesi ancak bunların haram oluşlarının uğursuzluğundandır. Sonra Sâmirî bize bir çukur kazmamızı, onu ateşle doldurmamızı, süs eşyalarını oraya atmamızı emretti; biz de oraya attık. Yani onların günahından kurtulmak arzusu ile o süs eşyalarını ateşe bıraktık. Sâmirî de aynı şekilde beraberinde bulunanları attı ve bu süs eşyalarından bir buzağı heykeli yaptı. Sonra da elçi Cebrail’in atının ayak izinden bir avuç toprağı o buzağının üzerine bıraktı.
“Onlara böğüren bir buzağı cesedi çıkardı.” Sâmirî İsrailoğulları’na ateşe atılmış altın eşyalardan “ağırlıklardan” cansız, ruhsuz bir buzağı heykeli yaptı. Bu heykelin buzağılar gibi bir böğürtüsü vardı. Çünkü o bu buzağıyı hususi bir şekilde yapmıştı. Buzağıda yer yer delikler açmış ve Hz. Cebrail’in (atının) ayak izinden bir miktar kum bırakmıştı. Rüzgar içinde girdi mi böğürüyordu.
“Dediler ki: Bu sizin ilâhınızdır, Musa’nın da ilâhıdır. O ise unuttu.” Sâmirî ve onunla fitneye düşen diğerleri, işte sizin ilâhınız, Musa’nın da ilâhı budur. Hadi ona ibadet ediniz, fakat Musa bunun ilâhınız olduğunu söylemeyi unuttu.
Yüce Allah ise onları azarlayarak ve kıt akıllılıklarını yüzlerine vururak şöyle buyurdu:
“Peki görmezler mi ki o, onlara cevap veremez, zarar da veremez, fayda da sağlayamaz.” Bunlar bu buzağı hakkında düşünüp de kendilerine cevap veremediğini, onunla konuştuklarında kendileri ile konuşamadığını, onlara gelebilecek bir zararı önleyemediğini yahut onlara menfaat sağlayamadığını görmüyor, düşünmüyor ve bundan ibret almıyorlar mı? Nasıl olur da onu ilâh zannedebilirler?