111

١١١

لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّا اَذًى وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ ثُمَّ لَايُنْصَرُونَ

(111) ley yedurru küm illa eza ve iy yükatiluküm yüvellukümül edbara sümme la yünsarun

zarar veremezler size ezadan başka eğer sizinle savaşırlarsa arkalarını dönüp kaçarlar sonra kendilerine yardımda edilmez

(111) They will do you know harm, barring a trifling annoyance if they come out to fight you, they will show you their backs, and no help shall they get.

1. len yedurrû-kum : size asla zarar veremezler
2. illâ ezen : ezadan başka
3. ve in yukâtilû-kum : ve eğer sizinle savaşırlarsa
4. yuvellû-kum : size (arkalarını) dönerler
5. el edbâre : arkaları
6. summe : sonra
7. lâ yunsarûne : yardım olunmazlar

لَنْ يَضُرُّوكُمْ size asla bir zarar veremezlerإِلَّا başkaأَذًىeziyettenوَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ sizinle savaşırlarsaيُوَلُّوكُمْ size çevirirlerالْأَدْبَارَ arkaثُمَّ sonraلَا يُنْصَرُونَ yardım olunmazlar


SEBEB-İ NÜZUL

Mukâtil der ki: Yahudilerin ileri gelenlerinden Ka’b, Adiyy, Yahrâ, Nu’mân, Ebu Râfi\ Ebu Yâsir, Kinâne ve tbn Sûriyâ, yahudi iken İslâm’a gelen Abdullah ibn Selâm ve arkadaşlarına müslüman olduklarından dolayı eziyet verince Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.


AÇIKLAMA

Yüce Allah İslâm ümmetinin şu ana kadar var olmuş ümmetlerin en ha­yırlısı olduğunu haber vermektedir. İyiliği emredip münkerden alıkoymaya de­vam ettiği, Allah’a doğru, samimî ve eksiksiz şekilde iman ettiği sürece de öyle kalmaya devam edecektir. İyiliği emredip münkerden alıkoymasının imandan önce söz konusu edilmesinin sebebi bunun Müslümanların başkalarına olan üstünlüğünü açıkça ortaya koyan en önemli özellikleri olduğundan dolayıdır. Diğer taraftan başkaları da iman iddiasında bulunmaktadır. O halde bu üm­met Allah’a gerçek anlamıyla iman edip iyiliği emredip münkerde alıkoyduğu sürece en hayırlı ve en üstün ümmet kalmaya devam edecektir. Diğer ümmet­lerde iman hakikatini tanınmaz hale getirmek daha baskın bir özelliktir. Kötü­lük ve fesat aralarında yaygınlaşmıştır. Onlar sağlıklı bir imana sahip olma­dıkları gibi iyiliği emretmez, kötülükten de alıkoymazlar.

İstenen şekliyle iman Yüce Allah’ın şu buyruklarında nitelenen imandır: “Müminlerin ancak Allah’a ve Rasulüne iman eden, sonra da şüpheye düşme­yen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.” (Hucurat, 49/15). Yine Yüce Allah’ın şu buyru­ğu da bu imanın niteliklerini belirtmektedir: “Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu on­ların imanını arttırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler.” (Enfal, 8/2).

Yüce Allah’ın “Allah’a da iman edersiniz.” buyruğu iman edilmesi gereken her şeye imanı Allah’a iman olarak ortaya koymaktadır. Çünkü Peygamber, Ki­tap, öldükten sonra dirilmek, hesap, ceza, sevap yahut buna benzer inanılması gereken şeylerin bir kısmına iman eden, diğerlerini inkâr eden bir kimsenin imanının hiç bir değeri yoktur. O adeta Allah’a da iman etmemiş gibidir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Ve kimine inanırız, kimini inkâr ederiz di­yenler, böylece bunun (küfür ile imanın) arasında bir yol tutturmaya yeltenenler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (Nisa, 4/150-151). Buna delil ise Yüce Allah’ın bundan sonraki, “Eğer Kitap Ehli” Allah’a imanları ile birlik­te “iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu.” buyruğudur. Şüp­hesiz böyle bir iman, üzerinde bulundukları halden onlar için daha hayırlı ola­caktı. Çünkü onlar başkanlık sevgisi, avamın kendilerine tabi olmalarını iste­meleri dolayısıyla dinlerini İslâm dinine tercih etmişlerdi. Eğer iman etmiş ol­salardı, iman karşılığında batıl dini tercih etmelerine sebep olan başkanlıktan, avamın onlara tabi olmalarından daha hayırlı olarak dünyadan nasiplenmekle birlikte, ecirleri iki defa verilir, kendilerine yapılan vaadleri de elde etmiş olur­lardı.

İşte marufu emredip münkerden alıkoymak, Allah’a gerçek manada iman ve diğer iman esaslarına gerçekten inanmak gibi sair nitelikler ve esaslar, üs­tün ve hayırlı oluşun sebebidir. Ümmet bu üç esası korumadıkça, yine bunlara gerçek manada sağlam bir şekilde sahip olamaz. İbni Cezir, Katade’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) yaptı­ğı bir hacda insanların bir parça pasif ve hareketsiz olduklarını gördü. Bunun üzerine: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz…” ayetini oku­du, sonra şunları dedi: “Her kim bu ümmetten olmayı arzuluyor ise bu hususta Allahü teâlâ’nın koştuğu şartı yerine getirsin.”

Kim bu niteliklere sahip olmazsa Yüce Allah’ın şu buyruğunda yermiş ol­duğu Kitap Ehli’ne benzer: “Onlar işledikleri bir münkerden birbirlerini alıkoymazlardı.” (Maide, 5/79).

İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu nitelikleriyle öldükten sonra Kitap Eh-li’ni yermeye ve onları azarlamaya koyularak şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar Muhammed’e indirilene iman etselerdi, elbette ki bu onlar için hayırlı olurdu. Çünkü onlar Kitap’ın bir kısmına iman etmekte, bir kısmını inkâr etmektedir­ler. Musa ve İsa gibi peygamberlerin bir kısmına iman ederken Muhammed’i inkâr edip kâfir olmaktadırlar. Halbuki onlara indirilmiş bulunan Kitap da Muhammed (s.a.)’e dair bilgileri ihtiva etmektedir.

Şu kadar var ki bu yergi onların hepsini kapsıyor değildir. Bundan dolayı arada Kitap Ehli’nden bir kısmını zikretmektedir. Abdullah b. Selâm, onun ar­kadaşları, Necaşî ve onunla birlikte olanlar gerçekten iman etmiş kimselerdir. Fakat çoğunluğu fasıktırlar; kendi dinlerinin ve kitaplarının sınırlarının dışına çıkan kimselerdir. Küfürde aşırıya kaçmışlardır. Aralarından Allah’a, sizlere indirilenlere, onlara indirilenlere iman edenler gerçekten azdır. Onların pek ço­ğu ise sapıklık, küfür, fısk ve isyan üzeredirler. Kimi zaman Yüce Allah burada olduğu gibi “pek çok” tabirini kullanmaktadır. Kimi zaman da İsrailoğullanrı ile ilgili, “Onların pek azı müstesna, iman etmezler.” (Nisa, 4/46) ifadesi kullanıl­maktadır. Kimi zaman da onların çoğunlukla görülen halleri söz konusu edil­mektedir. Yüce Allah’ın Hristiyanlarla Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: “Onlardan itidal üzre olan bir topluluk vardır. Onların bir çoğu­nun yapmakta oldukları ise ne kadar da kötüdür!” (Maide, 5/66).

Fasıklık âdeten dinin ortaya çıkışı üzerinden uzun bir süre geçtikten son­ra çoğalır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “İman edenlerin kalpleri­nin Allah’ın zikrine ve haktan inene huşu ile yumuşama zamanı gelmedi mi? Kendilerine önceden Kitap verilip de kendileri üzerinden uzun bir zaman geçti diye kalplerine katılık gelmiş bulunanlar gibi olmasınlar, ki onların pek çoğu fasıklardı.” (Hadîd, 57/16).

Daha sonra Yüce Allah, mümin kullarına haber verip müjdelemektedir: Kitap Ehli’ne karşı zafer ve ilâhî yardım müminlerin olacaktır. Bu fasık kâfir­lerin onlara ancak sövmek, hicvetmek, dil ile tehdit etmek, Allah’ın dininden alıkoymaya çalışmak, dini tenkit etmek, şüpheler yerleştirmek, Muhammed (s.a.)’i eleştirmek gibi -günümüz misyonerlerinin yaptığı şekilde- basit zararlar dışında asla zarar veremeyeceklerini hatırlatmaktadır.

Onlar sizinle savaşacak olurlarsa önünüzde bozguna uğrarlar. Fasıklıkları üzerinde devam ettikleri, siz de bu üç esası korumakla en hayırlı olma özelliği­nizi sürdürdüğünüz sürece asla size karşı zafer kazanamayacaklardır. Gayba dair haberlerden olan bu üç müjde bu ümmetin geçmişinde gerçekleşmiştir. KaynukaoğuUarı, Nadiroğullan, Kurayzaoğulları ve Hayber Yahudileri bozgu­na uğramışlardır.

Bu gibi zaferlerin gerçekleşmesi Allah’ın dinine yardımcı olma şartına bağlıdır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Ey iman edenler! Eğer Allah’ın dinine yardımcı olursanız O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir.” (Muhammed, 47/7). Yine bu ayet-i kerimede olsun, cihad eden müminle­rin niteliklerini belirten Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi başka ayet-i kerimelerde olsun sözü geçen üç esası koruma şartına bağlıdır: “İyiliği emre­denler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar.” (Tevbe, 9/112)

Hülâsa, zafer bir takım aldanmışların bekledikleri gibi gelişigüzel verilen bir bağış değildir. Zafer ancak dinî bir takım esasları yerine getirme şartına bağlı olarak verilir. Bizler iyiliği emretmeye, kötülükten sakındırmaya ve sağ­lıklı bir şekilde Allah’a iman etmeye devam ettiğimiz sürece Allah’ın yardımına mazhar olduk, üstün olduk, güçlü olduk. Onlar da fasık, Allah’ın sınırlarının yani itaat ve iman sınırlarının dışında kaldıkları sürece zillet altında, kalır ve al­tında kalmaya devam ettiler.

Zillet ve hakirliği Allah, nerede olurlarsa olsunlar onların ayrılmaz bir ni­teliği kılmıştır. Hiç bir zaman güvenlik ve huzur duymayacaklardır. Ancak Allah’tan ve müminlerden bir ahit altında bulunmaları hali müstesna. “Allah’ın ahdi”, onlarla zimmet akdi yapılıp cizye konulduktan ve dinin hükümlerine bağlı kalmaları sağlandıktan sonra onlara verilen eman, eziyetin haram kılmı­şı, haklarda ve mahkeme huzurunda eşitliktir.

“İnsanların ahdi” ise antlaşma yapan, ahitleşen ve bir kadın dahi olsa Müslümanlardan herhangi bir kimse tarafından kendilerine eman verilen esir olma hallerinde görüldüğü şekilde olur. Aynı şekilde İslâm toprağı içerisinde yahut dış şuurlarda kendisi ile karşılıklı menfaat, sanayi ve ticaret ürünlerinin değişimi için muamelede bulunulan tacir de böyledir. Filistin’de Yahudilerin hi­mayesi altında olduğunu gördüğümüz halleri de bu kabildendir. Bu ahit ister Amerika, ister Avrupa, ister Rusya isterse de onların dışında büyük devletler­den birisi tarafından verilmiş olsun, fark etmez.

Yüce Allah aynı şekilde onları kendisinin gazabına mahkûm etmiştir. Bu gazaba onlar mahkûm olmuşlardır. Bu gazabı hak etmişler ve bu gazaba uğra­maya sebep teşkil etmişlerdir. Miskinlik, küçüklük, tıpkı bir mekânın orada bulunanları kuşatması gibi onları kuşatmıştır. Onlar başkalarına tabi olan ze­lil kimselerdir. Her zaman için zillet ve ihtiyaç içinde başkalarına uymak duru­mundadırlar. Az olmalarına rağmen yeryüzünün dört bir tarafında darmada­ğındırlar. İşgal ettikleri Filistin topraklarında toplanmak, orayı vatan edin­mek, orada yerleşmek için bütün gayretlerine rağmen, zenginliklerine, servet toplayıp dünya ekonomisine egemen olmalarına rağmen onların bu durumları böyle devam edip gidecektir.

Daha sonra Yüce Allah onlara zilletin, miskinliğin vurulması, Allah’ın ga­zabının döne dolaşa onların üzerine olmasının sebep ve gerekçesini beyan et­mektedir: Bu ise onların Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, şeriatlarının kendi­lerine verdiği herhangi bir hak olmaksızın büyüklük, azgınlık ve kıskançlık gü­dülerinin etkisi altında kalarak peygamberleri öldürmeleridir. Halbuki onlar “Rabbimiz Allah’tır” diyen insanları öldürmek şeklindeki cinayetlerinde haklı olduklarına inanmamaktadırlar. İşte bu şekildeki ifadeler ve onların tutumla­rının son derece çirkin olduğu ortaya konulmakta ve bundan dolayı en ileri de­recede azarlanmaktadırlar.

Bu tür suçları işleme cesaretini onlara veren, Allah’ın ayetlerini inkâra ve Allah’ın peygamberlerini öldürmeye onları iten, ancak Allah’ın emirlerine karşı gelerek çokça isyan etmeleri, sürekli olarak masiyetlere gömülmeleri, Allah’ın şeriatını dinlemeyip hududunu aşmalarıdır. İsyan eden, Allah’ın yasaklarını çiğnemeye alışan kimseye hayatta her türlü haramı işlemek oldukça basitleşir.

Küfür ve peygamberleri öldürme suçları geçmiştekileri tarafından işlen­miş olmakla birlikte, Peygamber (s.a.)’in çağdaşı olan Yahudilerin bundan do­layı kınanma ve yerilmelerinin sebebi, çağdaşların da onlara bağlı olmaların­dan, onların bu davranışlarını desteklemelerinden, onlara sevgi duymaların­dan, davranışlarına rıza göstermelerinden ve onların yolları üzere gitmelerin­den dolayıdır. Çünkü çağdaşı olanlar da defalarca Peygamber (s.a.)’i öldürmeye çalışmışlardır.