95

    RevelationCuzPageSurah
    52 12231Hud(11)

٩٥

كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا فيهَا اَلَا بُعْدًا لِمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ

(95) keel lem yağnev fiha ela bu’del li medyene kema beidet semud

sanki orada hiç yaşamamışlardı dikkat edin! medyen uzak olsun semud kavminin uzak olduğu gibi

(95) As if they had never dwelt and flourished there Ah behold how the Madyan were removed (from sight) as were removed the Thamud

1. ke : gibi
2. en lem yagnev : yaşamadılar, var olmadılar
3. fî-hâ : onun içinde, orada
4. e lâ : (öyle) değil mi, olmadı mı
5. bu’den : uzak oldu, uzaklaştırıldı
6. li medyene : Medyen kavmi için
7. kemâ : gibi
8. baıdet : uzak oldu
9. semûdu : Semud kavmi


AÇIKLAMA

Yüce Allah’ı Medyen halkına aynı kabileden ve aralarında nesebi en şeref­li olanlardan Şuayb’ı peygamber olarak göndermiştir. Şuayb kavmine şöyle de­di: Ey Kavmim! Sadece bir olan, ortağı olmayan Allah’a kulluk edin. Bu, ima­nın aslı olan tevhidi emretmektir.

Bundan sonra ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan nehyederek şöyle dedi: Ölçü ve tartıda insanların haklarını eksik vermeyin. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hali­ne! Onlar insanlardan bir şey alırken tam alırlar. Başkalarına bir şey ölçüp tartarken de eksik tutarlar.” (Mutaffifin; 83/1-3).

Ben sizi nimet içinde görüyorum. Sizi insanların hakkında tamah etmek ve onların hakkıyla oynama alçaklığına düşmekten kurtaracak kadar servet, rızık bolluğu ve refah içinde görüyorum. Sizin için Allah Tealâ’nın haramlarını çiğnemeniz sebebiyle içinde bulunduğunuz nimetlerden mahrum olmanızdan ve hepinizi toptan kuşatıp geride hiçbir kimseyi bırakmayacak bir azaptan kor­kuyorum. Bu ya dünyadan toptan helak olma azabı yahut cehennemdeki ahiret azabıdır.

Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı, alırken de verirken de adaletle ve tam ola­rak yapın.

Bu, ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan sonra sadece hilekârlık yapmaktan ka­çınmanın yeterli olmadığına, bilakis biraz fazlalıkla bile olsa tam almanın ve tam vermenin gerekli olduğuna işaret edip tekitte bulunmaktır.

Hz. Şuayb (a.s.) bundan sonra her şeyde noksanlık yapmayı yasaklayarak şöyle dedi: İnsanlara eşyalarını noksan olarak vermeyin. Yani insanların hak­kında haddi aşmaktan, zulmetmekten sakının. Yeryüzünde din ve dünya men­faatlerinden hiçbir şeyde bozgunculuk yapmayın. Yol kesicilik yaparak fesat çı­karmayın. (Medyen kavmi yol kesicilik yapıyorlardı.)

“Lâ ta’sevu…” el-A’svü ifadesi dinî ve dünyevî, insan haklarına ait olsun-olmasın her çeşit noksanlığı ihtiva eder. Bundan sonra gelen “müfsidîn” keli­mesinin manası ise bozgunculuk çıkarmak kasdıyla demektir. Dolayısıyla yan­lışlık sonucu veya ıslah niyetiyle yapılan işlerde günah yoktur.

Ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra geriye kalan helâl kazanç sizin için haramdan daha hayırlıdır. Daha çok bereketlidir, haram yoluyla aldığınız şeyin sonucundan daha güzeldir. Ancak mümin olmanız şartıyla… Çünkü geri kalan helâl kazancın hayırlı oluşu iman halinde gerçekleşir. Küfür ve inkâr duru­munda hiçbir amelde hayır yoktur. Ayrıca iman itaate teşvik eder, götürür. Zira onlar mümin iseler, sevap ve cezayı kabul ediyorlarsa sevap kazanmaya ve azaptan kurtulmaya vesile olacak şeyleri elde etmeye çalışırlar. Bu da ölçü ve tartı esnasında haram olan pek az bir şeyi almaya çalışmalarından daha hayır­lıdır.

Ben sizin amellerinizin bekçisi, kontrolcüsü değilim, sizi çirkinliklerden men edecek gücüm de yok. Ben sadece güvenilir bir nasihatçıyım. O halde Allah için kendi içinizden gelen arzu ile helâli ve farz olanı yapın. Bunu da insan­lar görsün diye yapmayın. Benim üzerime düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Sözlerin ve davranışların hesabı Allah’a aittir.

Cenab-ı Hak bundan sonra sadece Allah’a ibadet etmeyi emretmesi, ölçü ve tartıda hilekârlık veya eksiklik yapmalarını yasaklaması hususunda Medyen halkının Hz. Şuayb (a.s.)’a verdikleri cevaplarını nakletti.

Birincisi: Allah’a ibadet etme hakkında idi. Şöyle demişlerdi: “Ey Şuayb! Senin namazın (özel ibadetlerin) sana atalanın-babalanın ibadeti olan putlara heykellere tapınmayı bırakmamızı mı emrediyor?” Çünkü Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılan biri idi. Kavmi de bu sözlerini alay ve küçümseme edasıyla söyle­mişler, din ve iman konusunda körükörüne taklit metoduna sarıldıklarını ilân etmişlerdi. Bu ifadeleri, bugün ıslahçı bir din alimine “Senin ilmin veya hocalı­ğın seni şu işlediğimiz âdetleri (yani bidatleri) terk etmeye mi sevkediyor?” de­nilmesi gibidir.

İkinci cevapları ise hilekârlığı terk etmek hususunda idi. Bu konuda şöyle demişlerdi: Senin namazın sana bizim mallarımızda dilediğimiz şekilde hare­ket etmemeyi mi emrediyor? Maksatları onların mallarında hür olduklarını, kendilerinin menfaati olan hususlarda diledikleri gibi tasarruf edebilecekleri­ni, zekât vermeyip mallarını hiçbir şekilde hayır yolunda harcamayacaklarını, sadece çeşitli vesilelerle mallarını artıracaklarını beyan etmekti. O halde senin bize emrettiğin ölçü ve tartıda hilekârlığı ve sahtekârlığı bırakmak, az ve helâl malla kanaat etmek, az ve helâl malı değerlendirme ve çoğaltma siyasetine zıt idi. Bu da bizim ekonomik bağımsızlığımızı sınırlamaktan başka bir şey değil­dir, demek istiyorlardı.

Kısaca: Kavminin her iki hususta Hz. Şuayb (a.s.)’a verdikleri cevapları, onların körükörüne taklide sımsıkı sarılmak hatası ve sahibinin helâl-harama aldırış etmediği bir tamahkârlık içine düştüğünü göstermektedir.

Medyen kavmi bu alaylı tavırlarını “Hem de sen cidden çok yumuşak huy­lu, aklı başında bir adamsın” sözüyle tekit ettiler. Bununla onu, bu vasıfların tam zıddı olan bilgisizlikle aşırı gitmekle, düşüncelerinde ahmaklık, davranış­larında tutarsızlıkla suçlamak istediler, alay etmek için de aksini söylediler.

Hz. Şuayb (a.s.) da bunun üzerine küfür yanlılarının arzularını tek kelime ile kesti ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Söyleyin bana. Ben davet ettiğim hususlar­da Rabbim tarafından basiret ve tam bir yakın ilim üzerinde isem, size emretti­ğim ve yasakladığım konularda açık bir delil, bir hüccet üzerinde isem ve Rab­bim beni kendi nezdinden, peygamberlik ve hikmet gibi güzel nimetlerle, yahut hiçbir hilekârlık ve sahtekârlık yapmadan helâl, temiz, güzel rızıklarla rızıklandırmışsa… Söyleyin bana. Ben Rabbim tarafından yakinen gönderilmiş, doğru bildiğim bir yol üzerinde ve gerçekten peygamber isem, bu durumda size put ve heykellere tapmayı bırakmanızı, günahlardan elinizi çekmenizi emret­memem doğru olur mu? Halbuki peygamberler sadece bunun için gönderilmiş­lerdir”. Bu sözün cevabı zikredilmiştir.

“Ben size bir şeyi yasaklayıp da kendim gizlice buna aykırı davrananam, bunu, sizden ayrı olduğum yerlerde gizlice yapamam.” Bu ifadeden murad, Ben size bir şeyi yasaklamışsam onu kesinlikle yapmam. Bu prensibe sımsıkı bağlıyım” demektir.

Daha sonra asıl görevi bir defa daha tekit etti: “Sadece gücümün yettiği kadar vaaz ve nasihatlerimle iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak suretiyle ıslah etmeyi isterim. Bu hususta hiçbir gayreti de esirgemem.” Burada kendisi­nin akıl ve hidayet hususunda gayet tutarlı olduğuna, onların olaylarında da tutarsız olduklarına ima vardır.

“Gerçekleştirmeyi istediğim hususlarda ve gerçeği bulmamda muvaffaki­yetim ancak Allah’tandır. Bu O’nun hidayeti ve yardımıyladır. Ben bu davamı tebliğ için de olmak üzere- bütün işlerimde sadece Ona güvendim ve sadece Ona yönelirim, O’na iltica ederim.” Bu ifadeler Hz. Şuayb’ın davet hususunda kavminin kötülük etmesinden korkmaksızın sebatkâr olduğu manasına gel­mektedir.

“Ey kavmim! Benimle ihtilâfa düşmeniz, bana kızıp düşmanlık etmeniz sakın içinde bulunduğunuz küfür ve fesatta ısrar etmenize sebep olmasın. Aksi takdirde sizin başınıza da Nuh kavminin tufanda boğulması, Hûd kavminin şiddetli bir kasırga ile helak olması, Salih kavminin de bir sarsıntı ile yok ol­ması gibi eski kavimlere isabet eden bir musibet gelebilir.”

“Lût kavmine gelen azap ne zaman, ne de yer bakımından size uzak değil­dir. Daha öncekilerden ibret almazsanız onlardan ibret alın.”

“Rabbinizden putlara tapmak, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi geçmiş gü­nahlardan dolayı Rabbinizden af dileyin. Sonra bundan sonraki kötü amelleri­nizde de Ona dönün. O’na itaate yönelin. Çünkü Rabbim kendine dönüp yöne­len kimseye çok merhamet edicidir. O, tevbe edenleri sever, tevbe edenlere kar­şı çok merhametlidir ve sevgi doludur. Onlara sevenin sevdiğine yaptığı iyilikleri yapar.” Bu ifadede de günahlardan tevbe ve istiğfar etmenin onları ortadan kaldıracağına, dünya ve ahiretin hayrına sebep olacağına delildir.

Bütün bu konuşmalar ve mücadeleler boşa çıkınca Medyen kavmi Hz. Şuayb (a.s.)’ı küçümsemeye, tehdit etmeye ve ona asılsız bir takım suçlamalar is­nat etmeye, onu hiçe saymaya kalkıştılar.

Medyen kavmi şöyle diyorlardı: “Ey Şuayb! Biz senin sözlerinin çoğunu anlamıyoruz.”

Halbuki Hz. Şuayb (a.s.) Süfyan es-Sevrî’nin dediği gibi “Peygamberlerin hatibi” idi.

“Sen güçsüz bir kimsesin. Senin fayda vermek yahut zarar vermek husu­sunda hiçbir gücün, kuvvetin, kudretin yoktur. Senin cemaatin ve kabilen ol­masa, onların bizim üzerimizde şeref ve itibarı olmasa seni taşlayarak öldürür­dük. Senin bizim yanımızda hiçbir itibarın ve değerin yoktur, hiçbir saygınlığın ve gönlümüzde hiçbir yerin yoktur.”

Raht, üçle on arası kişiden oluşan gruptur. Rahtur-racül ise kişinin dayan­dığı, kuvvet aldığı yakınlarıdır. Ayetin manası şöyledir: “Senin bizim yanımız­da itibarın olmayınca seni öldürmek ve sana eziyette bulunmak bizim için ko­laydır.”

Kavminin söyledikleri bütün bu sözler Hz. Şuayb (a.s.)’ın ortaya koyduğu delilleri çürütememektedir. Bilakis bu sözler açık delil ve hüccete saçma-sapan, bilgisizce karşılık vermektir.

Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s.) onların beyinsizliklerine karşı şu ihtarda bulundu: “Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah’tan daha mı üstün, daha mı değerli ki, siz beni kabilem için bırakıyorsunuz da Allah için bırakmıyorsu­nuz? Halbuki Allah Tealâ emrine uyulmaya daha lâyıktır. Siz Allah’tan yüz çe­virdiniz, O’nu arkanıza attınız, Ona itaat etmiyor, hürmet ve ta’zimde bulun­muyorsunuz. O’nun cezası ve azabından korkmuyorsunuz. Şüphesiz ki benim Rabbimin ilmi amelinizi kuşatmıştır. O bütün durumlarınızı bilir. Hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O sizi cezalandıracaktır.” Bu bir uyarı, tehdit ve korkutma idi.

Hz. Şuayb (a.s.), kavminin davetini kabul edeceklerinden ümidini kesince onlara karşı kesin ve sert bir tavır koyarak şöyle dedi:

“Ey kavmim! Aynı yolunuzda devam edin. Bana yapabileceğiniz elinizden gelen bütün kötülükleri yapın. Ben de Allah’ın bana verdiği kudretle kendi yo­lumda, kendi metodumla gayret edeceğim. Siz küfür ve delâlet üzerine devam edin. Ben de davet ve Allah’ın kutretine güvenmek üzerine sebat edeceğim.” Bu ifadeler de bir tehdit idi.

Dünya ve ahirette rezil, rüsvay edici azabın kime ineceğini, benim mi sizin mi yalancı olduğunuzu pek yakında bileceksiniz. Size söylediğim azabın mey­dana gelmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyeceğim.” Bu ifade onları oldukları gibi bıraktıktan sonra onlara açıkça azap tehdidir.

Nihayet onun doğru sözlü olduğunu teyit eden olay meydana geldi: Sonun­da onlara azap etme şeklinde emrimiz gelip onlar hakkındaki hükmümüz icra edilince peygamberimiz Şuayb’ı ve onunla birlikte olan müminleri bizim onlara tahsis ettiğimiz hususi bir rahmetle kurtardık. Zulümleri sebebiyle zalimleri korkunç bir çığlık kapladı: Bu gökyüzünden gelen helak edici, sarsıcı, çok şid­detli bir ses şeklindeydi.

Bu durum A’raf süresinde “korkunç bir sarsıntı”, Şuara suresinde de “bu­lutlu günün azabı” şeklinde anlatılmıştır. Halbuki hepsi aynı ümmetin azabını anlatmaktadır. İşte onlar, helak günü bütün bu azapların hepsini bir arada ya­şamıştır. Sonunda hepsi asla kıpırdayamadan ölüler halinde yığılıp kaldılar.

Her surede, zikredilen günahlarına uygun değişik bir ifade kullanılmıştır. A’raf suresinde Hz. Şuayb (a.s.) ve onunla birlikte olanları kasabalarından çı­karmakla tehdit ettikleri konusu anlatıldı. Bundan dolayı orada “korkunç bir sarsıntı” olduğu zikredildi. Burada peygamberleriyle konuşurlarken (terbiye­sizlikte) bulundukları ifade edildi. Bu sebeple onları “cansız yere seren korkunç bir çığlık” meydana geldiği bildirildi. Şuara suresinde ise üzerlerine gökten taş­lar düşmesini istedikleri ve bundan dolayı bulutlu günün azabına yakalandık­ları anlatıldı.

Sanki onlar memleketlerinde uzun müddet bolluk ve refah içinde oturma­mışlar, sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular; izleri silinip gitti.

İyi bilin ki Medyen halkı Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış, helak olmuş­lardır. Tıpkı kendilerinden önce Semud kavminin de Allah’ın rahmetinden mahrum kalıp helak oldukları gibi… Semud kavmi onların komşuları idi, yerle­ri yakın, küfür ve inkârda, yol kesmede onlara benzemekteydiler. Semud kav­mi de Medyen halkı gibi Arap soyundan idiler. Azapları da aynı oldu: Bu, şid­detinden yeryüzünün sarsıldığı ve hepsinin derhal öldüğü son derece şiddetli, müthiş bir gökgürültüsü idi.

İbni Abbas diyor ki: Allah Tealâ Şuayb ve Salih kavimlerinden başka iki ümmete aynı azabı vermemiştir. Salih kavmine gelen korkunç çığlık alt taraf­tan, yani yerden gelmiştir. Şuayb kavmine gelen korkunç çığlık ise üstten yani gökyüzünden gelmiştir