30

٣٠

عَلَيْهَا تِسْعَةَ عَشَرَ

(30) ‘aleyha tis’ate ‘aşere
Üzerinde on dokuz (görevli vardır)

(30) Over it are Nineteen.

1. aleyhâ : onun üzerinde vardır
2. tis’ate aşare : on dokuz (19)

عَلَيْهَا üzerinde vardırتِسْعَةَ dokuzعَشَرَon


SEBEB-İ NÜZUL

İbn Ebî Hâtim’in ve eş-Şuab’ında Beyhakî’nin Berâ’dan rivayetle tahric ettikleri bir habere göre bir grup yahudi Hz. Peygamber (sa)’in ashabından birisine cehennemin korucularını (sayılarını) sormuşlar. O da gelip Hz. Peygamber (sa)’e bunu haber verince hemen o anda “Onun üzerinde ondokuz vardır.” âyet-i kerimesi nazil olmuş. Bu rivayete göre bu âyet-i kerime de Medine-i Münevvere’de nazil olmuştur. Bu görüşte olan âlimler de yardır. Ancak Alûsî, bu rivayete rağmen yine de âyet-i kerimenin Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuş olabileceğini; yahudilerden herhangi birisinin bir sebeple Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş ve Hz. Peygamber (sa)’in ashabından herhangi birine rastlıyarak: “Sizin peygamberiniz cehennem bekçilerinin sayısını biliyor mu acaba?” diye sormuş ve sahâbînin de gelip Hz. Peygamber (sa)’e bunu haber vermiş olması ve âyet-i kerimenin bunun üzerine nazil olmuş olmasının mümkün olduğunu söylemiş ve bu görüşte olanların görüşüne meyletmiştir


AÇIKLAMA

“Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım… (ile).” Yani annesinin karnında malsız ve evlatsız olarak tek başına yarattığım o kimse ile beni baş­başa bırak! Ya da beni o kimseyle başbaşa bırak. Çünkü ondan intikam almak hususunda sana ben yeterim.

Müfessirler burada kastedilenin Velid b. Muğire olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Bu, Yüce Allah’ın kendisine dünyada pekçok nimetler ihsan ettiği fakat Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ederek şükredecek yerde kâfir olan ve bu nimetlere karşılık Allah’ın ayetlerini inkâr edip, o ayetler hakkında iftira ile karşılık verip onları insan sözü olarak değerlendiren o aşağılık kimseye bir tehdittir.

Daha sonra Yüce Allah onun üzerindeki nimetlerini şöylece sayıp dökmektedir:

“Kendisine uzun boylu mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile. Sonra daha da arttırmamı umar.” Ben o kimseye pek çok mal verdim, demektir. Velid mal çokluğuyla ün kazanmış bir kimse idi. Ekinleri, davarları, Mekke ve çevresi ile Taif arasındaki ticaret faaliyetleri vardı. Aynı şekilde bu kimseye ben Mekke’de yanında bulunan oğullar da verdim. Onlar Mekke’den ayrılmıyorlar, rızık talep etmek amacıyla çeşitli şehirlere ticaret yapmak için yolculuk yapmıyorlardı. Çünkü babalarının malı pek çoktu. Denildiğine gö­re onun on ya da onüç oğlu vardı. Ona “Kureyş’in reyhanı.” deniliyordu.

“Vahid: Tek başına, biricik” denilmesinin sebebi kavmi arasında başkanlık ve mevkii ile ayrıcalıklı bir durumda olmasıydı.

İşte bu şekilde ben ona oldukça rahat bir geçim, uzun bir ömür, Kureyş arasında başkanlık verdim. Çeşitli mal mülk ve maddi imkânlar verdim.

Bütün bunlarla birlikte o malının da, çocuklarının da ve başka şeylerinin de arttırılmasını ümit eder. Bu ise şaşkınlığı, hayreti gerektiren bir durumdur.

“Sonra”; burada şaşkınlık, hayret anlamını ifade eder. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah’ındır. Sonra da kâfir olanlar -buna rağmen- Rablerine (putları) eşit tutarlar.” (En’am, 6/1) Burada da “sonra” bu hali inkâr (red) ve şaşkınlık ifade etmek içindir.

Bu buyrukla onun dünyaya aşın düşkünlüğü reddedilmektedir. Yüce Allah ona şöylece cevap vermekte, kanaatini reddetmektedir: “Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır.” Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim. Çünkü o Kur’an ayetlerine karşı inatçılık etti, peygamberimize indir­diğimiz ayetleri -onun doğruluklarını bildiği halde- inkâr edip kâfir oldu.

Bu onun küfrünün inat küfrü olduğuna delildir. O ruhunun derinliklerinde Kur’an ayetlerinin Allah’tan geldiğini kabul etmekle birlikte, kavmi­ni hoşnut etmek için diliyle bunu inkâr etti. Bu sebeple gelecek buyruklarda söz konusu olan azabı hak etti:

“Ben onu sarp yokuşa sardıracağım.” Ona rahat bulmamak üzere çok ağır bir azap yükleyeceğim. O tıpkı tırmanılması pek zor, pek yüksek dağ­ların tepelerine çıkmaya kalkışıp zorlanan kimse gibidir. Ayetteki “irhak” ise kişinin takati üstünde olan pek ağır şeyleri taşımaya kalkışması de­mektir.

Ayetteki “Saûd”un cehennemde bir dağ olduğu da söylenmiştir. İbn Ebi Hatim, Bezzar ve İbni Cerir’in, Ebu Said Hudri’den rivayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) Yüce Allah’ın: “Ben onu sarp yokuşa (saûd) sardıracağım.” buyruğu hakkında dedi ki: “O cehennemde ateşten bir dağdır. Ona tırmanması söylenir, elini üzerine koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner. Ayağını koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski hali­ne döner.” Ayrıca bunu Tirmizi de şu lafızla rivayet etmiştir: “Saûd ateşten bir dağdır. O dağa yetmiş yıl boyunca tırmanır. Sonra tekrar aşağı yuvarla­nır ve bu ebediyyen böylece sürüp gider.” Tirmizi bunun hakkında: Garip bir hadistir, demiştir.

Daha sonra Yüce Allah onun durumlarını, kararını nasıl alıp nasıl inatlaştığını anlatarak buyuruyor ki:

“Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti”?” Yani o Peygamber (s.a.) ve Kur’an-ı Azimu’ş-Şan hakkında düşündü. Neler söyleyeceğini zihninde tasarladı. Kendisine sorulacak olursa Kur’an’ı nasıl nitelendireceğini tespit etti. Ne sözler uyduracağı üzerinde düşündü. Hangi sözleri tasarlarsa tasarlasın ona lanet olundu ve o bundan dolayı azaba uğratılacaktır. Bunu te’kid ederek: Tekrar ona lanet olundu, o azaba uğratılacaktır, denildi. Burada “sonra” anlamındaki lafız ona ikinci defasında yapılan bedduanın birincisinden daha beliğ ve daha vurgulu olduğunu anlatmak içindir.

Bütün bunlar onun takındığı tutumun çok büyük hayret verici olduğunu ve onun kat kat azabı hakettiğini anlatmak içindir. Daha sonra Yüce Allah onu insanlarca görülen birtakım hallerle nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:

“Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir.” Yani sonra tekrar baktı, düşündü, Kuran hakkındaki tenkidlerini gözden geçirdi. Daha sonra Kur’an’ı tenkid edecek bir taraf bulamadığından ötürü kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, hoşlanmadığını ifade etti. Sonra imandan yüz çevirdi, haktan başka tarafa yöneldi, Kur’an’a itaat edip boyun eğmeyi kibirine yedirmedi ve bu, ancak nakledilen ve anlatılagelen bir sihirdir. Muhammed bunu kendisin­den öncekilerden nakletmektedir. Bu Allah sözü değildir, aksine bu insan sözüdür, dedi.

Bu da onun kendi kişisel kanaatini ifade etmek üzere uydurduğu sözlerinde çelişkili olduğunun delilidir. Çünkü o kalbinden Peygamber (s.a.)’in doğruluğunu kabul ediyor, fakat inat olmak üzere onu inkâr ediyordu.

Avfî’nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe’nin yanına girdi. Ona Kur’an’a dair sordu. Ona durumu bildirince Velid, Kureyş’in yanına çıkıp gitti ve dedi ki: Ebu Kebşe’nin oğlunun söylediklerine hayret doğrusu! Allah’a yemin ederim ki, o bir şiir değildir, sihir de değildir, bir deli hezeyanı da değildir. Şüphesiz onun sözü Allah’ın kelâmındandır. Kureyş’ten bazıları onun bu sözlerini işitince kendi aralarında danıştılar ve şöyle dediler: Allah’a yemin ederiz, eğer Velid dininden dönerse Kureyş’in tümü döner. Ebu Cehil b. Hişam bunu duyunca dedi ki: Allah’a yemin ederim onun bu durumunun hakkından ben gelirim dedi. Yola koyuldu ve Velid’in evine gidip yanına girdi. Velid’e dedi ki: Kav­minin ne ettiğini gördün mü? Onlar sana sadaka topluyor. Velid: Ben onların malı ve evlâdı en çok olanları değil miyim? Ebu Cehil ona dedi ki: Senin Ebu Kuhafe’nin oğlu (Ebu Bekir)’nun yanına onun yemeğini yemek için gittiğini söylüyorlar. Velid: Benim aşiretim böyle bir şey söyledi mi? Hayır, Allah’a yemin ederim. Ebu Kuhafe’nin oğluna yanaşmayacağım, Ömer’e de Ebu Kebşe’nin oğlu (Muhammed)’e de yanaşmayacağım. Onun söylediği söz ancak bir büyüdür. Bunun üzerine Yüce Allah, Rasulüne: “Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ile…” buyruğundan itibaren: “O hem bırakmaz, hem de terketmez” buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.

Velid’in küfrünün inat küfrü olduğunu gösteren hususlardan birisi de -daha önce belirtildiği gibi- şudur: Velid, Rasulullah (s.a.)’ın yanına gitti. O sırada Allah Rasulü “Ha, Mim, Secde (Fussilet)” suresini okuyordu. Velid geri dönüp Mahzum oğullarına dedi ki: Allah’a yemin ederim az önce Muhammed’den öyle bir söz dinledim ki bu ne insan sözüdür, ne de cin sözü­dür. Onun bir tatlılığı ve bir parlaklığı vardır. Üst tarafı meyvelidir, alt ta­rafı da verimlidir. O hep üstün gelir, hiç ona üstün gelinemez.”

Katade dedi ki: Onun şöyle söylediğini naklederler: Allah’a yemin ederim, bu adamın söyledikleri üzerinde düşündüm. Onun bir şiir olmadığını gördüm. Onun bir tatlılığı vardır, üzerinde bir parlaklık vardır. O hep üste çıkar, hiç onun üstüne çıkılamaz. Fakat onun büyü olduğundan da şüphem yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah: “Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti.” buyruğunu indirdi.

Bu kadar bilgi ile yine de Kuranın sihir olduğunu iddia eden bir kim­se hiç şüphesiz inatçı bir kimsedir ve o tevhidi, nübüvveti ve ölümden son­ra dirilişi inkâr eden birisidir.

Daha sonra Yüce Allah onun bu tutumu dolayısıyla hakettiği cezayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

“Ben onu Sekar’a sokacağım. Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi? O hem bırakmaz, hem de terketmez. O insan derisini kavurandır, onun üze­rinde ondokuz (melek) vardır.” Ben onu ateşe sokacağım. Ateş onun her tarafını kuşatacaktır. Sekar cehennem ateşinin isimlerinden birisidir.

Daha sonra onun ne kadar dehşetli ve azametli olduğunu anlatmak üzere: “Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?’ diye buyurmaktadır. Yani ona dair bilgiyi sana ne verdi. O ne et, ne kan, ne de kemik bırakır. Oradakiler yeniden tekrar yaratıldıkça yine onları bırakmaz. Aksine onları önce­kinden daha ağır bir şekilde tekrar yakar ve bu ebediyyen böylece sürüp gider. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz.” (Nisa, 4/6) Cehennem onu çıplak gözle görünceye kadar insanlara görünecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Azgınlara da cehennem açılıp, gösterilir.” (Şuara, 26/91) Ya da cehennem deriyi yakar ve onu geceden daha ileri simsiyah bırakır. Cehennem üzerinde oldukça çetin zebaniler ve bekçiler vardır. Bunların görünüşleri pek büyüktür. Huyları da sert ve haşindir. Ondokuz melektirler. Çoğunun görüşüne göre ondokuz kişidirler, ondokuz çeşit olduğu da söylenmiştir.

Beşerden kasıt ya cehennemdeki insanlardır, -çoğunluğun görüşü budur- yahut insanın derisinin görünen kısmı (ten) anlamındaki “beşere” lafzının çoğuludur