٧٩
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّءَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفى بِاللّهِ شَهيدًا
(79) ma esabeke min hasenetin fe minellah ve ma esabeke min seyyietin fe min nefsik ve erselnake lin nasi rasula ve kefa billahi şehida
sana iyilikten ne gelmişse Allah’tandır sana isabet eden kötülüklerde nefsindendir biz seni gönderdik insanlara resul olarak şahit olarak Allah kâfidir
(79) Whatever good, (O man!) happens to thee, is from Allah but whatever evil happens to thee, is from thy (own) soul. And We have sent thee as a Messenger to (instruct) mankind. And enough is Allah for a witness.
1. | mâ | : şey (ne ise) |
2. | esâbe-ke | : sana isabet etti |
3. | min hasenetin | : bir güzellik, bir iyilik |
4. | fe | : işte o |
5. | min allâhi | : Allah’tan |
6. | ve mâ | : ve şey (ne ise) |
7. | esâbe-ke | : sana isabet etti |
8. | min seyyietin | : bir kötülükten |
9. | fe | : o taktirde |
10. | min nefsi-ke | : senin nefsinden |
11. | ve erselnâ-ke | : ve biz seni gönderdik |
12. | li | : için, …’a |
13. | en nâsi | : insanlar |
14. | resûlen | : resûl, elçi |
15. | ve kefâ bi | : ve kâfi, yeterli |
16. | allâhi | : Allah |
17. | şehîden | : şahit olarak |
مَا أَصَابَكَ sana ne gelirseمِنْ حَسَنَةٍ iyiliktenفَمِنْ اللَّهِ Allah’tandırوَمَا أَصَابَكَ sana ne gelirseمِنْ سَيِّئَةٍ kötülüktenفَمِنْ نَفْسِكَ nefsindendirوَأَرْسَلْنَاكَ biz seni gönderdikلِلنَّاسِ insanlaraرَسُولًا bir rasul olarakوَكَفَى şüphesiz ki yeterبِاللَّهِ Allahشَهِيدًا hakkıyla şahit olarak
AÇIKLAMA
Müminlere Mekke’de iken namaz, zekât ve fakirlere malî yardım etmeleri, müşriklere karşı müsamaha ve af ile karşılık vermeleri emrolunmuştu. Düşmanlarından öçlerini almak için kendilerine savaş izni verilmesini istiyorlardı. Bir çok sebeplerden ötürü de durum bunun için uygunluk göstermiyordu. Meselâ düşmanların pek çok olan sayısına mukabil Müslümanların sayısı az idi. Ayrıca yeryüzünün en şerefli köşesi olan Mekke’de, kan dökülmesi, zulüm işkencesi yasak olan Haram Belde’de bulunmakta idiler. O yüzden orada kendilerine cihad emrolunmamıştı. Medine’ye hicret ettiklerinde, artık kendilerine ait bir yurt olunca, daha fazla güç ve yardımcılar, Ensâr bulunca cihada izin verildi. Bununla birlikte daha önce temenni ettikleri savaş emri verilince bir kısmı buna dayanamadı, insanlarla çarpışmaktan şiddetli bir korkuya kapıldılar. İşte Allah Teâlâ bize bunların kıssasını anlatmaktadır.
Şu kimselere bakmaz mısın ki İslâm’ın başlangıcında Mekke’deyken kendilerine “Barışa sarılın, kendinizi ve ellerinizi cahiliye savaşlarından çekin, rükünlerine riayet ederek namazı huşu içinde kılın, halk arasında birbirine şefkat ve yakınlık duygularını uyandıracak olan zekâtı verin” denilmişti. Çünkü cahiliye devrinde en basit sebepten dolayı harp çıkarırlar, kalpleri kinle kaynardı. Fakat Medine’de kendilerine cihat ve kâfirlerle savaş farz kılınınca bir kısım insanlar, yani münafıklarla zayıf imanlılar bundan hoşlanmadılar. Kâfirlerin kendilerine savaş açıp onları öldürmelerinden korktular. Bu korku Allah’ın azap ve başlarına felâket indirmesi derecesinde, hatta Allah’tan korkma derecesinden de fazla bir noktaya vardı.
Allah Teâlâ onların bu şiddetli korku ve endişelerini hikaye ederek buyuruyor ki: Onlar şöyle dediler: “Ey Rabbimiz, niçin bizim üzerimize savaşı, farz kıldın. Bizi bıraksaydında normal bir ölümle ölseydik ya! İsterse bu ölüm yakın bir zamanda gelecek ecel ile olsun. Şu savaş farzını başka bir zamana erteleseydin daha uygun olurdu. Çünkü savaşta kanlar dökülecek, çocuklar yetim, kadınlar dul kalacak!”
Bu sözler şu ayettekilere de benziyor: “İman edenler “(Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değil miydi?” derler. Fakat muhkem (hükmü baki) bir sure indirilip de içinde savaş zikrolunca, kalplerinde hastalık bulunanların (münafık ve zayıf imanlılar) ölüm zamanı üstlerine baygınlık gelmiş olanların bakışı gibi sana bakmakta olduklarını görürsün.” (Muhammed, 47/20).
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurarak onların şüphesinin reddedilmesini emreylemektedir: “De ki: Dünyanın metâı (faydası) pek azdır…” Yani, sizin ölüm endişesiyle savaşı geciktirme talebiniz ve savaştan geri kalmanız dünya malına ve lezzetlerine rağbetinizden, bağlılığınızdan kaynaklanıyor. Halbuki dünyadaki kendisinden yararlanılan her şey geçicidir, ahiretteki yararlara, nimetlere göre pek azdır. Muttaki, haramlardan sakınan ve Allah’a itaat eden kişinin ahireti, dünya hayatından daha hayırlıdır. Çünkü dünya nimetleri sınırlıdır, yok olmaya mahkumdur. Ahiret nimetleri ise çoktur, sınırsızdır, ebedidir, hiç bir bulanıklığı ve yorgunluğu yoktur. Ve onlara ancak Allah’tan korkan, O’nun emirlerine uyup yasaklarından kaçınan müminler nail olacaktır. Sizler her şeyden dolayı hesaba çekileceksiniz.
Amellerinizden hiç bir şey, bir fetîl miktarı yani hurma çekirdeğinin arasındaki ince iplik kadar bile eksiltilmeyecektir. Aksine karşılığını tastamam alacaksınız. Bu cümle, müttakî müminleri dünyalık nimetler karşısında teselli etmekte, ahirete rağbet ve arzularını artırmakta, cihada teşvik eylemektedir.
Şüphesiz ölüm, kimsenin kaçamayacağı kesin bir durumdur. Sizler çaresiz ona doğru gitmektesiniz. Kimse ölümden, sağlam, yüksek güçlü bir kalede iyi korunan bir yerde dahi bulunsa kurtulamaz. Ölüm meleği Azrail’in gelmesini hiç bir şey engelleyemez. Allah Teâlâ başka ayetlerde de bu hususu kuvvetle belirtmiştir: “Her can ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmran, 3/185). “Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir” (Rahman, 55/26); “Biz senden önce de hiç bir beşere (insana dünyada) ebedilik vermedik.” (Enbiya, 21/34). Ölüm, en sonunda bütün yaratıkların varacağı netice olduğuna ve ne bir an sonra, ne de bir an önce değil tam tespit edildiği vakitte geleceğine göre cihaddan korkmaya gerek yoktur. İnsan ister cihad etsin, ister etmesin onun eceli kesindir, alnında yazılıdır. Halid b. Velid ölüm döşeğinde şöyle diyordu: “Şu şu olaylar ve savaşlarda bulundum. Vücudumda ok, mızrak, veya kılıç yarası bulunmayan bir yer kalmadı. Ama işte yine de (ne yazık ki) yatağımda ölmekteyim. Korkakların gözüne uyku girmesin!..” Nice muharip (savaşçı) ölümden dönmüştür. Nice savaştan geri kalıp yatağında oturan da yarasız, beresiz ölüvermiştir.
Sonra Cenab-ı Hak o münafıkların bir sözü sebebiyle şaşılacak bir durum zikretmektedir. Onlara ganimet, bolluk, bereket gibi bir iyilik geldiği, meyve, ekin, çocuk ve benzeri bir rızka kavuşdukları zaman “Bu Allah katındadır. O’nun lütfundan ve ihsanındandır. Başka kimsenin bunda bir payı yoktur” derler. Ama bir hezimet (yenilgi), kuraklık, yağmursuzluk, meyve ve ekinlerde bir telef-zarar, veya çocukların ya da hayvanların yavrularının ölmesi gibi başlarına bir fenalık, kötülük geldiği zaman ise “Ey Muhammed, bütün bunlar senin yüzünden, sana uymamız, senin dinine tabi olmamız sebebiyledir” derler. Nitekim Allah Teâlâ, Firavun kavminin de böyle yaptığını haber vermiştir: “Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince “Bu, bizim hakkımızdır” dediler. Eğer kendilerine bir fenalık da (kıtlık, belâ) gelirse Musa ile onun beraberinde olanlara uğursuzluk yüklerlerdi. Gözünüzü açın ki onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır. Fakat çokları bilmezler.” (Araf, 7/131). Bu tavrı belirten başka bir ayette de “İnsanlardan kimi de Allah’a, (dininin yalnız bir tarafından (tutup) ibadet eder.” (Hacc, 22/11) buyurulmaktadır.
Yahudiler gibi görünüşte İslâm’a girmiş olan ama işin gerçeğine bakılırsa İslâm’dan hoşlanmayan münafıklar da böyle söylemişlerdir. Hatta başlarına bir şer, fenalık geldiğinde bunu Peygamberimize (s.a.) uymalarına bağlamışlar, Hz. Muhammed’e (s.a.) hâşâ uğursuzluk yüklemeye kalkışmışlardır ve “Bu senin katındandır (senin yüzündendir)” yani “Kendi dinimizi terk edip Muhammed’e tabi olmamız yüzünden bu belâ başımıza geldi” demişlerdir.
Allah Teâlâ bu iddiayı şöylece reddediyor: Bu onlar tarafından atılmış batıl bir iddiadır. Hepsi Allah tarafındandır. Her şey Allah’ın kaza ve kaderiyledir. Allah’ın sebep müsebbep (sebep-sonuç) kanunu dairesinde gerçekleşmektedir.
Şu adamların akıllarına ne isabet etti de kendilerine söylenen sözü, ağızlarından çıkan lafın gerçek yönünü anlamıyorlar? Aklî yeteneklerini yitirdilerde mi böyle kötü bir sonuç çıkarıyorlar ve sebep-müsebbep ilişkisini, Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğunu anlamıyorlar? Sonra Allah Teâlâ Rasul-i Ekrem’ine (s.a.) hitap ediyor. Hitap ile murad olunan insan cinsidir, böylece cevap da elde edilebilir yani ey insan, sana gelen her hasene, iyilik Allah’tan, Allah’ın fazl u ihsanından, lütfundan, rahmet ve tevfikindendir ki öylece kurtuluş ve hayır yoluna girersin. Ve sana gelen her seyyie, fenalık da kendindendir, senin tarafındandır, işlediğin amelinden kaynaklanır. Çünkü sen akıl, hikmet, ilâhî hidayet kaideleri ve ilim ile tecrübe sonuçlarının kılavuzluğunu kullanma yoluna girmedin. O yüzden, Ey Habibim, onların hastalığına bile senin sebep olduğunu söylüyorlar. Gerçek şu ki irsî, soyaçekim yoluyla gelen hastalık insanın kendisinden ve doğru olmayan yollara girmesi sebebiyle meydana gelir. Mesele Allah Teâlâ’nın: “Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyar ve iradenizin) işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. Bununla beraber Allah) bir çoğunu da affeder (ve musibete uğratmaz).” (Şûra, 42/30) ayetinde buyurduğu gibidir.
Sen ise Ey Muhammed (s.a.) bizim katımızdan bütün insanlara gönderdiğimiz bir peygambersin. Onlara Allah Teâlâ’nın hükümlerini, kanunlarını, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu, sevmediği ve kabul etmediği hususları tebliğ ve beyan eylersin. Seni peygamber olarak gönderdiğine hakkıyla şahit olarak da Allah Teâlâ yeter. O, seninle onlar arasında da şahittir. Senin onlara tebliğ ettiklerini onların da küfür ve inatta bulunarak hakkı reddettiklerini bilmektedir. Sana düşen sadece tebliğdir. Hayır ve şer, yaratılması ve var kılınması yönünden Allah Teâlâ’dandır. Kesb ve ihtiyar (kulun kendi iradesiyle bir şeyi yapması) bakımından ise şer, kuldandır.
Kısaca burada iki şey bulunuyor:
1- Her şey Allah Teâlâ katındandır. Yani her şeyin yaratıcısı, insanın çalışması ve kazanması ile ulaşacakları prensipleri, kanunları, kaideleri koyan O’dur.
2- İnsana dokunan fenalık ve şer ise, insanın bu kanun ve prensipleri, sebepleri anlamaktaki kusurundan, ihmalinden kaynaklanmaktadır.
“Hepsi Allah tarafındandır.” ile “Sana gelen her fenalık da kendindendir.” ayetleri arasında bir taaruz (çelişki) yoktur. Çünkü birinci ayet-i kerime yaratılması ve var edilmesi itibariyle her şeyin Allah’tan olduğunu kasdediyor. İkinci ayet-i kerime ise günahlar yahut dünya hayatındaki genel kanun ve prensipleri anlamaktaki kusuru sebebiyle, kulun kendi iradesiyle kazanması ve sebebiyet vermesi bakımından fenalığın kendisinden kaynaklandığı manasınadır.