79

    RevelationCuzPageSurah
    92 589Nisa(4)

٧٩

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّءَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفى بِاللّهِ شَهيدًا

(79) ma esabeke min hasenetin fe minellah ve ma esabeke min seyyietin fe min nefsik ve erselnake lin nasi rasula ve kefa billahi şehida

sana iyilikten ne gelmişse Allah’tandır sana isabet eden kötülüklerde nefsindendir biz seni gönderdik insanlara resul olarak şahit olarak Allah kâfidir

(79) Whatever good, (O man!) happens to thee, is from Allah but whatever evil happens to thee, is from thy (own) soul. And We have sent thee as a Messenger to (instruct) mankind. And enough is Allah for a witness.

1. : şey (ne ise)
2. esâbe-ke : sana isabet etti
3. min hasenetin : bir güzellik, bir iyilik
4. fe : işte o
5. min allâhi : Allah’tan
6. ve mâ : ve şey (ne ise)
7. esâbe-ke : sana isabet etti
8. min seyyietin : bir kötülükten
9. fe : o taktirde
10. min nefsi-ke : senin nefsinden
11. ve erselnâ-ke : ve biz seni gönderdik
12. li : için, …’a
13. en nâsi : insanlar
14. resûlen : resûl, elçi
15. ve kefâ bi : ve kâfi, yeterli
16. allâhi : Allah
17. şehîden : şahit olarak

مَا أَصَابَكَ sana ne gelirseمِنْ حَسَنَةٍ iyiliktenفَمِنْ اللَّهِ Allah’tandırوَمَا أَصَابَكَ sana ne gelirseمِنْ سَيِّئَةٍ kötülüktenفَمِنْ نَفْسِكَ nefsindendirوَأَرْسَلْنَاكَ biz seni gönderdikلِلنَّاسِ insanlaraرَسُولًا bir rasul olarakوَكَفَى şüphesiz ki yeterبِاللَّهِ Allahشَهِيدًا hakkıyla şahit olarak


AÇIKLAMA

Müminlere Mekke’de iken namaz, zekât ve fakirlere malî yardım etmeleri, müşriklere karşı müsamaha ve af ile karşılık vermeleri emrolunmuştu. Düş­manlarından öçlerini almak için kendilerine savaş izni verilmesini istiyorlardı. Bir çok sebeplerden ötürü de durum bunun için uygunluk göstermiyordu. Me­selâ düşmanların pek çok olan sayısına mukabil Müslümanların sayısı az idi. Ayrıca yeryüzünün en şerefli köşesi olan Mekke’de, kan dökülmesi, zulüm iş­kencesi yasak olan Haram Belde’de bulunmakta idiler. O yüzden orada kendi­lerine cihad emrolunmamıştı. Medine’ye hicret ettiklerinde, artık kendilerine ait bir yurt olunca, daha fazla güç ve yardımcılar, Ensâr bulunca cihada izin verildi. Bununla birlikte daha önce temenni ettikleri savaş emri verilince bir kısmı buna dayanamadı, insanlarla çarpışmaktan şiddetli bir korkuya kapıldı­lar. İşte Allah Teâlâ bize bunların kıssasını anlatmaktadır.

Şu kimselere bakmaz mısın ki İslâm’ın başlangıcında Mekke’deyken ken­dilerine “Barışa sarılın, kendinizi ve ellerinizi cahiliye savaşlarından çekin, rü­künlerine riayet ederek namazı huşu içinde kılın, halk arasında birbirine şef­kat ve yakınlık duygularını uyandıracak olan zekâtı verin” denilmişti. Çünkü cahiliye devrinde en basit sebepten dolayı harp çıkarırlar, kalpleri kinle kay­nardı. Fakat Medine’de kendilerine cihat ve kâfirlerle savaş farz kılınınca bir kısım insanlar, yani münafıklarla zayıf imanlılar bundan hoşlanmadılar. Kâfir­lerin kendilerine savaş açıp onları öldürmelerinden korktular. Bu korku Allah’ın azap ve başlarına felâket indirmesi derecesinde, hatta Allah’tan korkma derecesinden de fazla bir noktaya vardı.

Allah Teâlâ onların bu şiddetli korku ve endişelerini hikaye ederek buyu­ruyor ki: Onlar şöyle dediler: “Ey Rabbimiz, niçin bizim üzerimize savaşı, farz kıldın. Bizi bıraksaydında normal bir ölümle ölseydik ya! İsterse bu ölüm yakın bir zamanda gelecek ecel ile olsun. Şu savaş farzını başka bir zamana erteleseydin daha uygun olurdu. Çünkü savaşta kanlar dökülecek, çocuklar ye­tim, kadınlar dul kalacak!”

Bu sözler şu ayettekilere de benziyor: “İman edenler “(Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değil miydi?” derler. Fakat muhkem (hükmü baki) bir sure indi­rilip de içinde savaş zikrolunca, kalplerinde hastalık bulunanların (münafık ve zayıf imanlılar) ölüm zamanı üstlerine baygınlık gelmiş olanların bakışı gibi sana bakmakta olduklarını görürsün.” (Muhammed, 47/20).

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurarak onların şüphesinin reddedilmesini emreylemektedir: “De ki: Dünyanın metâı (faydası) pek azdır…” Yani, sizin ölüm endişesiyle savaşı geciktirme talebiniz ve savaştan geri kalmanız dünya malı­na ve lezzetlerine rağbetinizden, bağlılığınızdan kaynaklanıyor. Halbuki dün­yadaki kendisinden yararlanılan her şey geçicidir, ahiretteki yararlara, nimet­lere göre pek azdır. Muttaki, haramlardan sakınan ve Allah’a itaat eden kişi­nin ahireti, dünya hayatından daha hayırlıdır. Çünkü dünya nimetleri sınırlı­dır, yok olmaya mahkumdur. Ahiret nimetleri ise çoktur, sınırsızdır, ebedidir, hiç bir bulanıklığı ve yorgunluğu yoktur. Ve onlara ancak Allah’tan korkan, O’nun emirlerine uyup yasaklarından kaçınan müminler nail olacaktır. Sizler her şeyden dolayı hesaba çekileceksiniz.

Amellerinizden hiç bir şey, bir fetîl miktarı yani hurma çekirdeğinin ara­sındaki ince iplik kadar bile eksiltilmeyecektir. Aksine karşılığını tastamam alacaksınız. Bu cümle, müttakî müminleri dünyalık nimetler karşısında tesel­li etmekte, ahirete rağbet ve arzularını artırmakta, cihada teşvik eylemekte­dir.

Şüphesiz ölüm, kimsenin kaçamayacağı kesin bir durumdur. Sizler çare­siz ona doğru gitmektesiniz. Kimse ölümden, sağlam, yüksek güçlü bir kale­de iyi korunan bir yerde dahi bulunsa kurtulamaz. Ölüm meleği Azrail’in gelmesini hiç bir şey engelleyemez. Allah Teâlâ başka ayetlerde de bu husu­su kuvvetle belirtmiştir: “Her can ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmran, 3/185). “Yer­yüzünde bulunan her canlı fanidir” (Rahman, 55/26); “Biz senden önce de hiç bir beşere (insana dünyada) ebedilik vermedik.” (Enbiya, 21/34). Ölüm, en so­nunda bütün yaratıkların varacağı netice olduğuna ve ne bir an sonra, ne de bir an önce değil tam tespit edildiği vakitte geleceğine göre cihaddan kork­maya gerek yoktur. İnsan ister cihad etsin, ister etmesin onun eceli kesindir, alnında yazılıdır. Halid b. Velid ölüm döşeğinde şöyle diyordu: “Şu şu olaylar ve savaşlarda bulundum. Vücudumda ok, mızrak, veya kılıç yarası bulunma­yan bir yer kalmadı. Ama işte yine de (ne yazık ki) yatağımda ölmekteyim. Korkakların gözüne uyku girmesin!..” Nice muharip (savaşçı) ölümden dön­müştür. Nice savaştan geri kalıp yatağında oturan da yarasız, beresiz ölüvermiştir.

Sonra Cenab-ı Hak o münafıkların bir sözü sebebiyle şaşılacak bir durum zikretmektedir. Onlara ganimet, bolluk, bereket gibi bir iyilik geldiği, meyve, ekin, çocuk ve benzeri bir rızka kavuşdukları zaman “Bu Allah katındadır. O’nun lütfundan ve ihsanındandır. Başka kimsenin bunda bir payı yoktur” der­ler. Ama bir hezimet (yenilgi), kuraklık, yağmursuzluk, meyve ve ekinlerde bir telef-zarar, veya çocukların ya da hayvanların yavrularının ölmesi gibi başları­na bir fenalık, kötülük geldiği zaman ise “Ey Muhammed, bütün bunlar senin yüzünden, sana uymamız, senin dinine tabi olmamız sebebiyledir” derler. Nite­kim Allah Teâlâ, Firavun kavminin de böyle yaptığını haber vermiştir: “Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince “Bu, bizim hakkımızdır” dediler. Eğer kendilerine bir fenalık da (kıtlık, belâ) gelirse Musa ile onun beraberinde olanlara uğursuz­luk yüklerlerdi. Gözünüzü açın ki onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır. Fakat çokları bilmezler.” (Araf, 7/131). Bu tavrı belirten başka bir ayette de “İnsanlardan kimi de Allah’a, (dininin yalnız bir tarafından (tutup) ibadet eder.” (Hacc, 22/11) buyurulmaktadır.

Yahudiler gibi görünüşte İslâm’a girmiş olan ama işin gerçeğine bakılır­sa İslâm’dan hoşlanmayan münafıklar da böyle söylemişlerdir. Hatta başla­rına bir şer, fenalık geldiğinde bunu Peygamberimize (s.a.) uymalarına bağla­mışlar, Hz. Muhammed’e (s.a.) hâşâ uğursuzluk yüklemeye kalkışmışlardır ve “Bu senin katındandır (senin yüzündendir)” yani “Kendi dinimizi terk edip Muhammed’e tabi olmamız yüzünden bu belâ başımıza geldi” demişler­dir.

Allah Teâlâ bu iddiayı şöylece reddediyor: Bu onlar tarafından atılmış ba­tıl bir iddiadır. Hepsi Allah tarafındandır. Her şey Allah’ın kaza ve kaderiyledir. Allah’ın sebep müsebbep (sebep-sonuç) kanunu dairesinde gerçekleşmekte­dir.

Şu adamların akıllarına ne isabet etti de kendilerine söylenen sözü, ağız­larından çıkan lafın gerçek yönünü anlamıyorlar? Aklî yeteneklerini yitirdilerde mi böyle kötü bir sonuç çıkarıyorlar ve sebep-müsebbep ilişkisini, Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğunu anlamıyorlar? Sonra Allah Teâlâ Rasul-i Ek­rem’ine (s.a.) hitap ediyor. Hitap ile murad olunan insan cinsidir, böylece cevap da elde edilebilir yani ey insan, sana gelen her hasene, iyilik Allah’tan, Allah’ın fazl u ihsanından, lütfundan, rahmet ve tevfikindendir ki öylece kurtuluş ve hayır yoluna girersin. Ve sana gelen her seyyie, fenalık da kendindendir, senin tarafındandır, işlediğin amelinden kaynaklanır. Çünkü sen akıl, hikmet, ilâhî hidayet kaideleri ve ilim ile tecrübe sonuçlarının kılavuzluğunu kullanma yolu­na girmedin. O yüzden,  Ey Habibim, onların hastalığına bile senin sebep ol­duğunu söylüyorlar. Gerçek şu ki irsî, soyaçekim yoluyla gelen hastalık insanın kendisinden ve doğru olmayan yollara girmesi sebebiyle meydana gelir. Mesele Allah Teâlâ’nın: “Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyar ve iradeni­zin) işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. Bununla beraber Allah) bir ço­ğunu da affeder (ve musibete uğratmaz).” (Şûra, 42/30) ayetinde buyurduğu gi­bidir.

Sen ise Ey Muhammed (s.a.) bizim katımızdan bütün insanlara gönderdi­ğimiz bir peygambersin. Onlara Allah Teâlâ’nın hükümlerini, kanunlarını, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu, sevmediği ve kabul etmediği hususları tebliğ ve beyan eylersin. Seni peygamber olarak gönderdiğine hakkıyla şahit olarak da Allah Teâlâ yeter. O, seninle onlar arasında da şahittir. Senin onlara tebliğ et­tiklerini onların da küfür ve inatta bulunarak hakkı reddettiklerini bilmekte­dir. Sana düşen sadece tebliğdir. Hayır ve şer, yaratılması ve var kılınması yö­nünden Allah Teâlâ’dandır. Kesb ve ihtiyar (kulun kendi iradesiyle bir şeyi yapması) bakımından ise şer, kuldandır.

Kısaca burada iki şey bulunuyor:

1- Her şey Allah Teâlâ katındandır. Yani her şeyin yaratıcısı, insanın çalış­ması ve kazanması ile ulaşacakları prensipleri, kanunları, kaideleri koyan O’dur.

2- İnsana dokunan fenalık ve şer ise, insanın bu kanun ve prensipleri, se­bepleri anlamaktaki kusurundan, ihmalinden kaynaklanmaktadır.

“Hepsi Allah tarafındandır.” ile “Sana gelen her fenalık da kendindendir.” ayetleri arasında bir taaruz (çelişki) yoktur. Çünkü birinci ayet-i kerime yara­tılması ve var edilmesi itibariyle her şeyin Allah’tan olduğunu kasdediyor. İkinci ayet-i kerime ise günahlar yahut dünya hayatındaki genel kanun ve prensipleri anlamaktaki kusuru sebebiyle, kulun kendi iradesiyle kazanması ve sebebiyet vermesi bakımından fenalığın kendisinden kaynaklandığı manası­nadır.