23

٢٣

اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَويهُ وَاَضَلَّهُ اللّهُ عَلى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلى سَمْعِه وَقَلْبِه وَجَعَلَ عَلى بَصَرِه غِشَاوَةً فَمَنْ يَهْديهِ مِنْ بَعْدِ اللّهِ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ

(23) eferaeyte menittehaze ilahehu hevahü ve edallehüllahü ala ilmiv ve hateme ala sem’ihi ve kalbihi ve ceale ala besarihi ğişaveh fe mey yehdihi mim ba’dillah e fe la tezekkerun
Söyleyin o kimse hevasını ilah edinmişse Allah da bir ilim üzere kendini şaşırtmışsa kulağını ve kalbini mühürlemişse ve gözlerine perde çekmişse o kimseyi Allah’tan başka kim hidayete erdiriştirir? hiç düşünmüyor musunuz?

(23) Then seest thou such a one as takes as his god his own vain desire? Allah has, knowing (him as such), left him astray, and sealed his hearing and his heart (and understanding), and put a cover on his sight. Who, then, will guide him after Allah (has withdrawn Guidance)? Will ye not then receive admonition?

1. e : mi
2. fe : öyleyse, bu durumda, hâlâ
3. reeyte : sen gördün
4. men : kim, kimse, kişi
5. ittehaze : edindi
6. ilâhe-hu : onun ilâhı, kendi ilâhı
7. hevâ-hu : onun hevası, kendi hevası
8. ve edalle-hu : ve dalâlette bıraktı
9. allâhu : Allah
10. alâ ilmin : ilim üzere
11. ve hateme : ve mühürledi
12. alâ : üzerine, … a
13. sem’i-hi : onun işitme hassası
14. ve kalbi-hi : ve onun kalbi
15. ve ceale : ve kıldı
16. alâ : üzerine, … a
17. basari-hi : onun görme hassası
18. gışâveten : gışavet, perde
19. fe : öyleyse, bu durumda, hâlâ
20. men : kim, kimse, kişi
21. yehdî-hi : onu hidayete erdirir
22. min ba’di allâhi : Allah’tan sonra
23. e : mi
24. fe : öyleyse, bu durumda, hâlâ
25. lâ tezekkerûne : tezekkür etmiyorsunuz

أَفَرَأَيْتَ şimdi sen gördün müمَنْ kimseyiاتَّخَذَ edinenإِلَهَهُ ilahهَوَاهُ kendi hevasınıوَأَضَلَّهُ ve kendisini saptırdığıاللَّهُ Allah’ınعَلَى üzerineعِلْمٍ bir ilimوَخَتَمَ mühürlediğiعَلَى سَمْعِهِ kulağınıوَقَلْبِهِ ve kalbiniوَجَعَلَ ve çektiğiعَلَى üstüneبَصَرِهِ gözüغِشَاوَةً bir perdeفَمَنْ artık kimيَهْدِيهِ ona hidayet verecektirمِنْ بَعْدِ اللَّهِ Allah’tan sonraأَفَلَا تَذَكَّرُونَ siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz


SEBEB-İ NÜZUL

a) İbn Humeyd kanalıyla Saîd’den rivayette o şöyle demiştir: Kureyş bir süre Uzzâ’ya tapınmıştı ki o, beyaz bir taştı. Sonra ondan daha güzel bir taş bulunca onu attılar ve buldukları o daha güzel taşa tapınmaya başladılar da bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

b) Mukâtil der ki: Bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber (sa)’le alay edenlerden birisi olan el-Hâris ibn Kays es-Sehmî hakkında nazil olmuştur


AÇIKLAMA

“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” Dünyada günah işleyenler, şirk koşanlar, isyankâr olanlar, Allah ve Rasul’ünü (s.a.) inkâr edip Allah’tan başkasına tapanlar, kendilerini, Allah ve Rasul’ünü (s.a.) tasdik eden, salih ameller işleyen, farzları yerine getirip haramlardan kaçınanlarla dünya ve ahirette ceza, sevap ve rahmet hususunda bir tutacağımızı mı zannettiler? Kesinlikle eşit olamazlar. Ahirette müminlerin hali kâfirlerin hali gibi olmayacaktır. Dün­ya ve ahirette isyan edip haddi aşanlarla, itaat edip iyi olanları eşit tutaca­ğımız şeklinde ne kötü hüküm vermişlerdir. Bunun manası: İyilerle kötüle­rin hayatta ve ölümde eşit olduklarını kabul etmemektir. Çünkü iyiler ita­at üzere, kötüler isyan üzere yaşamışlardır. İyiler müjde ve rahmetle vefat etmiş, diğerleri ise bunun aksi şekilde ölmüşlerdir. Bunun manası, iyiyle kötünün dünyada sıhhat ve rızık yönünden eşit, hatta bazen kâfirin hali müminden daha iyi olsa da ölümde eşit olduklarını kabul etmemektir. Mü­minin saadetini kâfirin bedbahtlığını gerektiren fark ölümden sonra ortaya çıkar.

Bu ayete benzeyen diğer ayetler:

“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli isteklerine erişen­dir. ” (Haşr, 59/20) “Öyle ya (Allah ‘a) teslimiyet gösterenleri, o günahkârlar gibi tutar mıyız hiç? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (Ka­lem, 68/35-36) “Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde boz­gunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah’tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sad, 38/28).

Bu ayrıca itaat eden müminle asi olan müminin gideceği yerdeki fark­lılığa da açık bir delildir.

Taberani, Mesruk’tan şöyle rivayet etmiştir: Temim ed-Dârî bir gece kalkmış bu ayeti tekrarlayarak sabahlamıştı: “Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimse­ler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” Ahirette ve dünyada mümin ile kâfirin birbirinden farklı olmasının beyanından sonra Allah bu prensibin doğruluğuna ve hikmetine delil getirerek şöyle buyur­muştur:

1- “Allah, gökleri ve yeri hak ile (yerli yerince) yaratmıştır.” Allah gök­leri ve yeri kullar arasında adaleti gerektirecek bir ölçüyle yaratmıştır. Öl­dükten sonra dirilme, hesap ve ceza olmasaydı bu yaratma yerli yerinde değil belki batıl olurdu. İyi ile kötü arasındaki cezanın farklı oluşu da adalettir.

2- “Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara zulmedilmez.” Dünyada başkasına zulmeden zalimi cezalandırmasaydı göklerin ve yerin yaratılışı yani insanların sınanması için kâinatın yaratılması hak ile ol­mazdı.

Allah Tealâ’nın “velitücza” sözü “bi’l-hakkı” sözü üzerine atfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Allah gökleri ve yeri doğruluğu ortaya çıkarmak ve her nefsin karşılığını alması için yaratmıştır. Bu alemin yaratılışındaki hedef adalet ve rahmeti ortaya çıkarmaktır. Bu da ancak öldükten sonra diril­mek, kıyamet, haklılarla haksızlara verilecek ceza, üst dereceler (cennet tabakaları) ve alt derecelerdeki (cehennem tabakaları) farklılık meydana geldiğinde tamamlanacaktır.

Sonra Allah kâfirlerin hallerini, kabahatlerini ve kötü cinayetlerini açıkça göstererek şöyle buyurdu:

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah ‘ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Hidayeti terkedip hevasma itaat eden ve nefsinin arzularını din yapan kâfirin halini görmüyor musun? San­ki hevasını ilâh edinmiş, Allah’ı bırakarak ona tapınmaya başlamıştır. Allah’ın sevdiği ve razı olduklarına dikkat etmeksizin o, heva hevesine tabi olmuştur. Bu durum kişinin kendisini beğenmesine sebep olmaktadır. Ha­ris b. Kays istediği her şeyi yapardı. Ayetin iniş sebebi hususi ise de itibar lafzın umumi oluşunadır.

Allah gerçeği bilerek, hidayeti dalâletten ayırarak ve onun aleyhine olacak delili ortaya koyarak ondan yardımını kesmiş, onu yoldan çıkarmış, nasihat duymaması için kulağını, hidayeti anlamaması için kalbini mühürlemiş, gözüne ve kalbine hidayeti görmemesi, kâinatta Allah’ın birliğine delâlet eden ayetlerini anlamaması için perde çekmiştir.

Yoldan çıkması ve hevasma tabi olması sebebiyle Allah’ın hidayetten  uzaklaştırdığı kimseyi doğruyu ve gerçeği bulmaya kim muvaffak kılabilir? Siz düşünüp ibret almaz mısınız? İşin gerçeğini öğrenip nasihat almaz mı­sınız?

Ayetin baş tarafının benzeri şu ayettir: “Rabbinin makamından kor­kan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır” (Naziat, 79/40-41).

Ayetin orta kısmının benzeri de Allah Tealânın şu ayetidir: “Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onla­rın gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/6-7).